osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Atatürk, prens için protokolü çiğnemişti

Atatürk, prens için protokolü çiğnemişti
Atatürk, prens için protokolü çi...
Atatürk, Suudi Kralı’nın oğlu için protokolü çiğnemişti

Gelin görün ki, aynı çevrelerin arkasına sığındıkları Atatürk’ün, sağlığında Suudi rejimine bakışı, zannedildiği kadar olumsuz değildir. Hatta olumsuz bile olduğu söylenemez. Birazdan göreceğiz: Atatürk, Suudi Arabistan devletinin kuruluşunu desteklemiş, hatta onu Türkiye’nin en sıkı müttefiklerinden biri olarak görmüştü.



İşte Atatürk’ün 1932 yılında “Şeriatçı” Suudi yönetimine karşı şimdilerde bize şaşırtıcı görünen olumlu yaklaşımı.



Emir Faysal Türkiye’de



Bugünkü Suudi Arabistan devleti Hicaz, Necd ve yöresi topraklarını birleştiren Abdülaziz ibn Suud’un 8 Ocak 1926 tarihinde Melik, yani Kral ilan edilmesiyle bağımsızlığına kavuştuğunda İslam âleminde olduğu kadar Türkiye’de de iyimserlik meltemleri estirmişti. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti yönetici kadrosunun, çöken Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan üçüncü bağımsız devlet kimliğiyle Suudi Arabistan’la yakınlaşma, hatta dayanışma içerisine girmekte tereddüt göstermediklerini biliyoruz. (Bir not olarak belirtelim ki, bizden önce bağımsızlığına kavuşan ilk Müslüman devlet, İmam Yahya’nın önderliğinde kurulan Yemen’dir ve bağımsızlık tarihi, Osmanlı Devleti’nin savaştan çekiliş tarihi olan Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekim 1918 kabul edilir.)



1932 yılında Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devletin Türkiye Cumhuriyeti, ilk kutlama mesajını çeken devlet başkanının da Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal olması, bu şaşırtıcı gerçeğin ipuçlarından bir kaçıdır sadece.



Ancak daha ilginç bir nokta ise şudur:



Yıllar sonra Suudi Arabistan tahtına oturacak ve 1975 yılında hanedan içi bir suikaste kurban gidecek olan Kral Abdülaziz ibn Suud’un oğlu genç vezir Emir Faysal, 1932 yılında kendilerini resmen tanıyan ülkelere çıktığı teşekkür turunda Türkiye’ye de uğramıştı. Emir Faysal, Türkiye’ye yaptığı ziyarette kelimenin tam anlamıyla “krallar gibi” karşılanmış, yani kralın oğlu olduğu halde kendisine Türkiye Cumhuriyeti’nin kraliyet protokolü uygulanmıştı. Bu protokol dışı muamele, bir istisna olarak tarihe geçecektir.



Faysal Türkiye’de başta Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Meclis Başkanı Kâzım Özalp ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras olmak üzere devlet adamları ve askerî erkândan, ayrıca da halktan çok yakın ve sıcak bir ilgi görmüş, hatta gazete haberlerine bakılırsa sokağa çıktığında halk tarafından coşkulu bir şekilde alkışlanmıştır.



İşin tuhaf yanı, Türk basınının bu ziyaret sırasında Suudi rejiminin “Şeriatçı” olup olmadığıyla değil, bağımsızlığına yeni kavuşmuş bir kardeş İslam ülkesiyle buluşma bağlamında ilgilenmiş olmasıdır. Hele bu ziyaret vesilesiyle Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazı vardır ki, birazdan okuyunca hep beraber göreceğiz ki, bugün o yazının aynı gazetede yayınlanması maalesef tam bir hayal olmuştur!





Yunus Nadi’nin Suudi muhabbeti



14 Haziran 1932 tarihli “Hicaz Melîki’nin oğlu Ankara’da” başlığını taşıyan bu şaşırtıcı yazıda Misak-ı Milli sınırları kavramına da açıklık getiren Yunus Nadi, onun yalnız Türkiye’nin bağımsızlığını değil, aynı zamanda Osmanlı’dan ayrılan ülkelerin de bağımsızlığını içeren bir proje olduğunu söyler. Buna göre, aslında Türkiye’ye Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalmış olan ‘İslam âlemini koruma ve kollama’ görevi, Misak-ı Milli’nin de kapsama alanına dahildir!

Emir Faysal’ın ziyaretinden fazlasıyla heyecana kapılmış olan Yunus Nadi, bu yazısında Arapların birleşmesini dahi savunmaya kalkmıştır. İşte bu konuşmadan ibretlik bir pasaj:

Biz, imparatorluğun zaruri tasfiyesini idrak ve tespit eden Millî Misakımızdaki esasa bağlandığımızı açıklık ve kesinlikle ilan ettik:

1. Türkiye’nin istiklâli,

2. Türkiye’den ayrılan Müslüman memleketlerin istiklâli.

İmparatorluğun tasfiyesini kabul eden Türkler, kendi istiklâllerinin yanı başında, İmparatorluktan ayrılan dünkü kardeş insanların dahi kendi sınırları içinde kendi istiklâl haklarına sâhip birer mevcudiyet hâlinde tebarüz etmelerini istediler. Biz hiçbir muahedede [antlaşmada] İmparatorluktan ayrılan hiçbir milletin herhangi bir esaret altında kalabilmesi ihtimâlini kabul etmedik. Adı değişmiş bir istilâ demek olan “Manda”, bizim andlaşmalarımızda yer bulmamıştır. Biz İmparatorluktan ayrılan Müslüman milletlerin müstakil bir hayata kavuşmalarını esas tuttuk.



Hızını alamayan Yunus Nadi, bırakın Suudileri ‘Şeriatçı’ diye eleştirmeyi, aksine onları övgüye boğacaktır. Şöyle yazar Cumhuriyet’teki köşesinde:



İlk günlerden beri bu Hükûmetle maalmemnuniye [memnuniyetle] temas ve münasebete geçtik ve işte şimdi, Melîk Abdülaziz Hazretleri’nin mahdumlarının [oğullarının] şahsında, bu müstakil ve haysiyetli Devletin asîl bir mümessilini selâmlamakla saadet duyuyoruz.(…)

Millî hissiyâtın tekâmülüne hürmetimiz öyledir ki, şimdi muhtelif mıntıka ve sınırlarda bir nevi’ müteferrik hayat yaşayan Arapların aralarında müttehid [birleşik] ve fakat dâimâ millî istiklâl esâsına dayanan bir câmiaya doğru terakki etmelerini bile bizce yalnız hoş sayılacak değil, hattâ arzuya pek layık görülecek bir gaye olarak ilânda tereddüde mahâl görmeyiz.



Atatürk Çankaya’da protokolü atlıyor



Bugünün penceresinden baktığımızda bu ziyaretle ilgili şaşırtıcı bir gerçeğe daha tosluyoruz. Emir Faysal’ın zaman zaman tercüman kullanmayıp İstanbul şivesiyle Türkçe konuştuğunu öğrenince o zamanın gazetecileri gibi bizim de hayret damarlarımız kabarıyor. Sebep basittir oysa: Fethi Tevetoğlu’nun verdiği bilgilere göre, Emir Faysal’ın dedesi Muhammed es-Sanayan, vaktiyle Osmanlı ordusunda savaşırken şehit düşmüştür! Üstelik gezi sırasında Faysal’ın yaverlik ve tercümanlığını yapan Binbaşı Halid Bey de Çanakkale gazilerindendir! (Ne tuhaf: Kral Abdullah’ın dedesiyle benim dedem Çanakkale’de aynı saflarda çarpışmış.)



11 Haziran 1932 akşamı Suudi heyeti İstanbul’dan Ankara’ya yola çıkmışlardır. Ancak küçük bir ayrıntı, yine Atatürk’ün bu ‘özel misafir’e ne denli önem verdiğini gösterecektir. Atatürk, yurt seyahatlerinde kullandığı yataklı vagonu, Hicaz Emiri Faysal Hazretleri’ne tahsis etmiştir.



Ankara’ya Atatürk’ün kendisine tahsis ettiği özel yataklı vagonla gelen Faysal, garda resmi erkân yanında kalabalık bir halk topluluğu tarafından karşılanmış ve yollarda alkışlanmıştır. Karşılamaya gelenler arasında kimler yoktur ki: Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk’ün Başyaveri Celal Bey, TBMM Başkan Vekili Hasan Saka, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, CHP Genel Sekreteri Recep Peker ve diğer protokol Şehzade Faysal’ı alıp İstanbul Palas Oteli’ne bırakmışlardır. Ardından Dışişri Bakanı Emir şerefine bir öğle yemeği vermiş ve yemekte yine kalabalık bir protokol hazır bulunmuştur.



Ve ertesi gün Emir Faysal Çankaya’dadır. Saat 15,30’da Atatürk tarafından kabul edilen Emir Faysal’a, aynı günün akşamı saat 18.00’da iade-i ziyarette bulunan Cumhurbaşkanı, gece 20.30’da ise misafirin şerefine Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde bir ziyafet vermiştir. Ziyafette bütün bakanlar ve hükümet erkânı hazır bulunmuştur.





Ertesi gün Anadolu Ajansı “Gazi Hazretleri”nin gezi münasebetiyle “irad ettikleri” şu nutku yayınlayacaktır:



[Bu ziyaret] münasebetlerini samimiyet ve karşılıklı itimad esasları üzerine kurmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz-Necd ve Yöresi Devleti arasındaki bağları daha ziyâde kuvvetlendirecektir... Memleketlerinizin terakki yolunda inkişafı için sarfolunmakta bulunan gayret, Türkiye’de alâka ve takdirle takip olunmaktadır... Sonu, kavi devlet ve millî saadet ve refah temin eden mesai ve gayret ne kadar azimkârane olursa, muvaffakiyetin o kadar tam ve çabuk olacağına şüphe yoktur. Türk milleti, devletiniz ve milletiniz için devrin icablarına göğüs gerecek ciddî mesâide büyük muvaffakiyetler kazanılmasını bütün samimiyetiyle arzu etmektedir. Haşmetlû Melik Hazretleri ile yüksek Hânedânının saadeti ve Devletinizin ikbal ve tealisi hakkındaki kalbî temennilerimi bu vesile ile de ifade etmek isterim. Bunun bende hâsıl ettiği zevk büyüktür.



Ancak dikkat; yanılmayalım: Bunlar diplomatik nezaket kelamlarından ibaret sözler değildir. Öyle olsaydı Atatürk’ün Suudi Arabistan’ın bağımsızlığını ilk tebrik eden devlet başkanı olmak için onca acelesine ne lüzum vardı?



1932’den bu yana ne değişti?



Buraya kadar anlattıklarımızı okuduktan sonra o zamanlar Suudi Arabistan’ın bugünkü gibi “katı” bir şeriat rejimiyle yönetilmediğini söyleyip, daha az Vehhabi ve daha az “İslamcı” olduğunu bahane etmeye kalkacaklar fazla heveslenmesinler. Zira Emir Faysal’ın İstanbul’daki basın toplantısında yaptığı konuşma ve gazetecilerin sorularına verdiği cevaplar basına yansımış ve hiçbir gazete de “Şeriatçılar adam kesiyor” yaygarası koparmamıştır. Genç devlet adamı, basın mensuplarına, lafı eğip bükmeden, ülkesinde Şeriat hükümlerinin geçerli olduğunu, hırsızlık yapanların ellerinin kesildiğini, katillere kısas uygulandığını, içki içenlerin mülklerinin ellerinden alınıp sınır dışı edildiğini, tiyatro ve sinemanın yasak olduğunu söylemiştir. Yine çıt çıkmamıştır!



Garip değil mi?



Peki o günden bu güne ne değişti acaba? Neden o zaman aziz misafirimiz diye karşılanan bir devletin başkanına bugün adeta hakaret etme yarışı içindedir basınımız? Anlamak mümkün değil.



Türkiye Atatürk zamanından daha mı laik oldu yoksa? Ya da Suudi Arabistan mı daha Şeriatçı oldu? Hayır, ikisi de oldukları yerde duruyor. Hatta ters yönde hareket ederek birbirlerine eskisinden daha yakın olduklarını bile söyleyebiliriz. Yani onlar Kral Abdülaziz ibn Suud zamanındakinden daha açıklar, biz ise daha muhafazakârlaştık. Buna rağmen Atatürk dönemi basınının olgun tavrını mumla aramaktayız.



Demek ki, 1930’lardan 1990’lara gelene kadar kafalarımız epeyce yıkandı, çitilendi, ütülendi. Baksanıza, Cumhuriyet gazetesi dahi artık Atatürk gibi bakamıyor Suudi Arabistan Kralına.



O zaman son bir soru soralım:



1932’den beri Suudi Arabistan mı, yoksa biz mi çok değiştik?



Ya da şu sorunun kuyruğunu çekelim:



Bugün Suudi Arabistan Kralına ‘alçak’, ‘rezil’ diyecek kadar gemi azıya almış olan birileri, Atatürk’ün izinden gitmiyor olabilirler mi? İçinizden sanki, “Zaten onu hiç izlememişlerdi ki!” dediğinizi duyar gibi oluyorum.



Öyleyse? Öyleysesi şu: Kolları sıvayıp yakın tarihin içine girecek ve ihtilallerin beyinlerimizi nasıl yıkadığını sabırla deşifre edeceğiz. Öncelikle de şu 27 Mayıs’ın sadece Menderes’e değil, beyinlerimize ne korkunç darağaçları kurduğunu ortaya çıkarma zamanı gelmiştir de geçmektedir bile.



Faust öyle demişti değil mi: “Dostum, geçmiş bizim için yedi mühürlü bir kitaptır.”



Mühürler açılacağı günü bekliyor.





Murat Bardakçı nasıl yanıldı?



25 Mart 2001 tarihli Hürriyet’te Tanzimat Fermanı’nı 1826’da, yani 13 yıl önce ilan ettirerek mutlu bir erken doğum yaptıran(!) Murat Bardakçı, 13 Ağustos 2006 günü aynı gazetede Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın ülkemizi ziyaretiyle ilgili bir yazı kaleme almıştı. Başlık her zaman olduğu gibi çarpıcıydı: “Gayet sıcak ağırladığımız Suudi Kralı Abdullah’ın büyük dedesinin kellesini kesmiştik.”

Kuşkusuz olay doğru. Ancak bir tarih yazarı için vahim olan nokta, aktarılan bilgilerde tam 2 yıllık ciddi bir sapma olması. Dahası Murat Bardakçı, meslekten bir iktisatçıdır, yani hesap kitabının benden iyi olması gerekir.

Murat Bardakçı, idam olayının 1820 yılında cereyan ettiğini söylüyor ve kaynak olarak kullandığı Târih-i Cevdet’deki 15 Safer 1234 tarihini garip bir şekilde Rumi takvime göre verilmiş zannediyor.

Halbuki bilindiği üzere Safer ayı, Ramazan, Şaban, Şevval gibi Hicri aylardandır. Rumi takvimde Safer diye bir ay olmadığını bilecek kadar müktesebatı olduğunu sanıyordum tarihçimizin. En azından İslam Ansiklopedisi’ne bakmış olsaydı, orada doğru çevrilmiş tarihi görür ve bu vahim hatayı işlemezdi. Bu durumda Kral Abdullah’ın büyük dedesi Abdullah ibn Suud’un idam tarihi, 14 Aralık 1818 gününe denk gelmektedir.

Üstelik Sayın Bardakçı’nın yazdığı gibi, bu tarihte bayram filan yoktu. Safer ayında ne bayramı bu üstad?

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : 10.00   
Votes: 1 den itibaren 2011-12-04 23:44