osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.
2013-04-18 19:59

Dökümanlar / Unutulmazlar / Jön Türkler

Jön Türkler

milli mücadeledekii akımlar
milli mücadeledekii akımlar
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde batı tarzı idare ve fikirlerin gelişmesi için çalışan kimselere verilen ad. “Yeni Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu kimseler için, ilk defa Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa, bir Fransız gazetesine yazdığı mektubda, Fransızların aşırılık tarafdârı olanlar için kullandıkları “Jeunes Frances” tâbirine benzeterek “Jeunes Turcs” tâbirini kullanmıştır. Bu tâbir daha sonra Nâmık Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek Türkçe telaffuzu olan Jön Türkler şeklinde kullanılmıştır. Böylece Türkçe’ye yerleşen tâbir, hükümete karşı olan bütün ihtilâlcilerin ortak adı olmuştur.

Avrupa’da rönesans hareketlerinin neticesi olarak, ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da tâkib edilmeye başlandı. On sekizinci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da meydana gelen bu ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tatbiki mümkün olanları almak üzere hey’etler gönderildi. Daha çok askerî sahada meydana gelen teknik gelişmeler alınarak uygulamaya konuldu. Bu sırada Macar asıllı mühtedî İbrâhim Müteferrika tarafından ilk matbaa kuruldu. Avrupa ile olan bu alışverişler kültürel ve sosyal hayat üzerinde de etkili olmaya başladı. Sultan birinci Mahmûd Han devrinde askerî ve idâri sahada bâzı yenilikler yapıldı. Sultan birinci Abdülhamîd Han devrinde de yeniliklere devam edildi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında bilhassa askerî sahada zamanın îcablarına göre köklü yenilikler yapıldı. Nizâm-ı Cedîd adı verilen askerî teşkîlât kuruldu. Siyâsî, idâri, mâlî ve iktisadî konularda da bâzı yenilikler yapan üçüncü Selîm Han, Kabakçı Mustafa isyânı neticesinde tahttan indirilip şehîd edildi. Üçüncü Selîm Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han-ı Adlî zamânında da yenilik hareketleri devam etti. 1826’da asıl gayesinden uzaklaşıp, bir ihtilâl ve anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırılarak Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. İlmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek için Avrupa’ya talebe gönderilmeye tekrar başlandı.

Osmanlı Devleti’nin parçalanma ve yıkılmasını plânlayan hıristiyân Avrupa devletleri, tahsil için Avrupa’ya gönderilen bu talebeleri ve Osmanlı devlet adamlarını elde ederek kendi plânlarına uygun şekle getirmeye çalıştılar. Paris ve Londra büyükelçiliklerinde bulunan batı kültürü hayranı, İslâmî bilgilerden uzak yetişen Mustafa Reşîd Paşa’yı aldatarak mason yaptılar. Tahsîl için giden talebeler de Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sîrinde kaldılar. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mustafa Reşîd Paşa’nın ihanetini görerek idamını emrettiyse de ömrü vefâ etmedi. Pâdişâh’ın vefâtından sonra İstanbul’a dönen Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları, İngilizlerin isteği doğrultusunda hazırladıkları Tanzîmât fermanını bir hileyle sultan İkinci Mahmûd’un yerine geçen on sekiz yaşındaki genç ve tecrübesiz pâdişâh Abdülmecîd Han’a tasdik ettirerek 1839’da ilân ettiler (Bkz. Tanzîmât). Garblılaşmak ve yenilik adıyla ileri sürülen ve gayr-i müslimlere yeni haklar tanıyan bu ferman müslüman ahâlî tarafından tepki ve nefretle karşılandı. Tanzîmât fermânıyla yeni imtiyazlar kazanmakla beraber, memnun da olmayan gayr-i müslim tebea, Rusya ile batılı devletlerin de tahriki netîcesinde temeli Fransız ihtilaliyle atılan milliyetçilik hareketlerine kalkıştılar. Sadrâzam olan Mustafa Reşîd Paşa iş başına gelir gelmez, büyük şehirlerde mason locaları açtırdı. Gençleri din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirmeye gayret etti. Masonları işbaşına getirdi. Mustafa Reşîd Paşa’dan sonra sadrâzam olan Alî Paşa da İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hazırladığı Tanzîmât fermanından daha fazla tâvizleri ihtiva eden Islâhat fermanını uygulamaya koydu (Bkz. Islâhat Fermanı). Bu dönemde garb modası, Avrupa’nın âdet ve gelenekleri İstanbul’da yaygın bir hâl aldı. İngiliz kışkırtma ve desteğiyle açılan 1853-1856 Kırım harbi, devleti zor durumda bıraktı. Avrupa’dan borç almak durumuna gelindi. O günden sonra devlet, borç ve sıkıntılardan kurtulamadı.

Sultan Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra pâdişâh olan Abdülazîz Han, Avrupalıların ilim ve tekniği dışındaki örf, âdet ve geleneklerinin alınmasına karşı çıktı. İlmî ve teknik gelişmelerin öğrenilmesi ve tâkib edilmesi için, önceki pâdişâhlar döneminde başlatılan Avrupa’ya ilim tahsili için talebe göndermeye devam etti. Tahsîl için gönderilen Türk İslâm kültüründen mahrum bu gençler, gönderiliş maksadlarını unutarak garblıların âdet ve gelenekleri ile Osmanlı Devleti’ni yıkmaya yönelik bozuk fikirlerinin te’sirinde kaldılar. Tanzîmât hareketlerini yeterli görmeyip, devletin mevcut sisteminin değiştirilip meşrutî sisteme geçilmesini istediler. Böylece Jön Türk (Yeni Osmanlılar) hareketi ortaya çıktı. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve arkadaşları, çıkarttıkları Tasvîr-i Efkâr ve Tercümân-ı Ahvâl gazetelerinde pâdişâhı ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin icrâatlarını dolaylı olarak tenkîd ettiler. 1865 yılı Haziran ayı içerisinde de altı kişilik bir grup hâlinde toplanarak İttifâk-ı hamiyyet adında gizli bir dernek kurdular. Tanzîmâtçılardan Âlî ve Fuâd paşaları ülkede meşrûtiyetin kurulmasında en büyük engel gören Sağır Ahmed Bey’in oğlu Mehmed, reji komiseri Nuri, Kayazâde Reşâd, Subhi Pazaşâzade Âyetullah ve Nâmık Kemâl tarafından, İbn-ül-Emîn’e göre; Mustafa Fâzıl Paşa’nın da yardımıyla kur***
, daha sonra Yeni Osmanlılar adını alan cemiyet, İtalyan Karbonari (Carbonari) teşkilâtının programını benimsedi. Fikrî liderliğini Şinâsî’nin yaptığı cemiyetin esas lideri ise Mehmed Bey idi. 1865’de Şinâsî’nin Paris’e kaçması üzerine cemiyetin fikrî liderliğine Nâmık Kemâl getirildi. İlk toplantı Sağır Ahmed Bey’in yalısında yapıldı. Daha sonra Ziya Paşa, Ali Süâvî, Ebüz-Ziyâ Tevfik, Mir’ât mecmuası sahibi ve Agâh Efendi’nin de üyeleri arasına girdiği cemiyet hızla büyüdü ve kısa bir müddet içinde, üye sayısı 245’e yükseldi. Vezirler, askerler ve edebiyatçılardan girenler hayli fazla idi. Bunların gayesi; Âlî Paşa’nın şahsî, ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devletde hür bir idare te’sis eylemek” idi. Bunun için önce Âlî Paşa’yı devirecekler, sonra da yerine, yeni usûlü kabul edecek, hürriyet esâslarına bağlı bir şahsı getireceklerdi. Bu gayelerini tahakkuk ettirmekde, Âlî Paşa hâriç; Fuâd Paşa, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yûsuf Kâmil Paşa, Midhat Paşa gibi devletin ileri gelenlerinden yardım umuyorlardı. Abdurrahmân Şeref Efendi’nin bildirdiğine göre; cemiyet hâlini alan bu gençler, yeni kabineyi terkîb edecek zevatı tâyin eylemek üzere, bir gün Ayasofya Câmii’nde toplanmışlar; nezâretlere, münevver (aydın), dürüst insanları aday göstermişler, fakat Âlî Paşa’nın yerine getirilecek şahısta anlaşamamışlardı. Necîb Paşa’nın torunu ve Sağır Ahmed Bey’in oğlu olan Mehmed Bey, amcası Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerinde ısrar etmiş, ancak diğerleri bu makama Ahmed Vefik Efendi’yi lâyık görmüşlerdi.

Ayasofya toplantısından sonra, hükümet durumu haber alıp, takibata girişti. Cemiyetin ileri gelenlerinden bâzıları Mahmudiye gemisinde tevkîf edildi. Bunun üzerine Yeni Osmanlılardan bâzıları Avrupa’ya kaçarak pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde faaliyet göstermeye başladılar. Hindistan ve Uzakdoğu ile Kuzey Afrika taraflarındaki müslüman topraklarını işgal eden İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler de, kurulu Osmanlı düzenine ve Abdülazîz Han’a karşı gelişen bu hareketi memnuniyetle desteklemekten geri durmadılar. Büyük devletlerin Osmanlı Devleti içindeki hıristiyan azınlıkların her işine karışmaları ve devleti zor duruma sokmaları üzerine Abdülazîz Han da, diğer devletlerin hâkimiyetinde olan müslümanlara daha çok destek verip teşkilâtlandırmaya başladı. Mısır hıdivi İsmâil Paşa veraset usûlünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum edince, ikbâl küskünü olan Mustafa Fâzıl” Paşa, Abdülazîz Han’la, Alî ve Fuâd paşalara karşı düşman kesilerek intikam almak için Avrupa’daki Yeni Osmanlıların arasına katılıp maddî ve manevî bakımından onları destekledi. Paris’e gelir gelmez yeni Osmanlılar tarafından çıkarılan Liberte gazetesinde sultan Abdülazîz Han’a hitaben Fransızca bir açık mektup yayınladı. Mektubunda devletin durumu konusunda bâzı açıklamalar yaptı ve çeşitli reformların yapılmasını, meşrutî sisteme geçilmesini teklif etti. Etrafını almış olan devlet ileri gelenlerinden Âlî ve Fuâd paşaların hâin ve bilgisiz kimseler olduğunu ileri sürdü. Nâmık Kemâl, Ebüz-Ziyâ Tevfik ve Sâdullah beyler tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr gazetesi idarecileri tarafından çok sayıda basılarak dağıtılan mektup, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûbları arasında büyük heyecan uyandırdı.

Yurt içindeki ve dışındaki Jön Türkleri kendi siyâsî geleceği için tehlikeli gören Âlî Paşa, bu mektubu bahane ederek harekete geçti. Âlî kararnamesini çıkararak basına sansür koydu. Jön Türklerin liderlerinden olan Ali Süâvî Kastamonu’ya gönderilirken, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa da taşra me’mûriyetlerine tâyin edildiler. Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa çevirdiği bâzı karanlık işler dolayısiyle, Fransa’da yayınlanan Le Nord gazetesinde hakkında çıkan bir haberi tekzîb için yazdığı mektupda, Jeunes turcs (Jön Türk) tâbirini kullandı. Mektup İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesinde neşr edildi. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbir gazetesinde Türkçe’ye çevrilen mektupda geçen ve Yeni Osmanlılar karşılığı olarak kullanılan Jön Türk adı, Ali Süâvî ve Nâmık Kemâl tarafından de benimsendi. Bu tâbir uzun müddet Osmanlı topraklarındaki ihtilâlcilerin ortak adı olarak kaldı.

Âlî Paşa’nın Jön Türklere karşı giriştiği hareketi haber alan ve büyük servet sahibi olan Mustafa Fazıl Paşa, Jön Türklerin liderlerini Paris’e çağırdı. Mayıs 1867’de bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılan Jön Türkler Paris’e gittiler. Böylece Yeni Osmanlılar cemiyeti, Paris’e taşındı. Paris elçiliği me’mûrlarından Kani Paşazade Râfet Bey de onlarla işbirliği yaptı. Sürgün edildiği Kastamonu’dan kaçan Ali Süâvî de, Paris’te onlara katıldı. Daha sonra da Londra’ya giderek, 31 Ağustos 1867’de Muhbir gazetesini neşretti. Mustafa Fâzıl Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine girişen Jön Türkler, biri sönüp diğeri açılan ve sayıları gittikçe çoğalan gazete ve dergilerinde, mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde belli başlı bir kaç nokta üzerinde durdular, hep aynı şeyleri tekrarladılar. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile getirdikleri bu fikirler; Osmanlı Devleti’ne meşrûtiyet idâresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak ve hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir.

Jön Türkler hareketi içinde zamanla görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir kısmı ihtilâl ve kanlı mücâdele tarafdârı idiler. Bâzıları da fikrî mücâdeleye devam edilmesini ve din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesini istiyordu. Ali Süâvî ve Mustafa Fâzıl Paşa birinci kısımda, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ise ikinci kısımda yer aldı. Bu görüş ayrılıkları sebebiyle diğerlerinden ayrılan Ali Süâvî, Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesinde görüşlerini açıkladı. Nâmık Kemâl, Ziya Paşa ve arkadaşları ise, Jön Türklerin resmî yayın organı hüviyetinde olan Hürriyet gazetesini Paris’te 29 Haziran 1868’de çıkarmaya başladılar. Bu gazete ile görüşlerini anlattılar. Londra’daki Muhbir gazetesi kapanan Ali Süâvî, Paris’e gelerek Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı.

Sultan Abdülazîz Han 1867 senesinde Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında Jön Türklerin bâzı ileri gelenleriyle görüştü. Pâdişâh’tan af dileyen ve kendisine nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maksadına kavuşup aralarından ayrılması ve Osmanlı Devleti’y’e dost geçinmek isteyen Fransa ve İngiltere hükümetlerinin nezdinde itibârları kalmaması sebebiyle Jön Türkler iyice parçalandılar. Neticede baştan beri süre gelen anlaşmazlıklar, daha da artarak küçük grublara ayrıldılar. 1870 senesi sonlarında Nâmık Kemâl, aracılar yoluyla sadrâzam Alî Paşa ile barışarak İstanbul’a döndü. Eylül 1871’de Âlî Paşa’nın ölümünden sonra diğer Jön Türkler de yurda dönmek için hazırlığa başladılar. 1871 ve 1872 seneleri içinde Ali Süâvî ve Mehmed Bey dışındaki Jön Türkler de İstanbul’a döndüler. Bir Kısmı Pâdişâh’dan özür dileyerek devlet kademelerinde vazîfe aldılar. Bâzıları da yayıncılık faâliyetlerine devam ettiler. Nâmık Kemâl, Haziran 1872’de İbret gazetesini çıkardı. Başyazarlığını yaptığı İbret gazetesinde Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî’ye yönelik tenkidleri ve Vatan yâhud Silistre piyesinin oynanması sırasında başgösteren olaylar ürerine 1873’de Kıbrıs’a sürgün edildi.

Bu sırada Jön Türklerden bâzıları tutuklandı. Nûrî ve Hakkı beyler Akka’ya, Ahmed Midhat Efendi ile Tevfik beyler ise, Rodos’a sürüldüler. Bütün bunlara rağmen Jön Türklerin bir kısmı gizli faaliyetlerine devam ederek Midhat Paşa’nın etrafında toplandılar. Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinden sonra sultan beşinci Murâd tahta geçince, idareye hâkim olan Şûrâ-yı devlet reisi Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, harbiye kumandanı Süleymân Paşa gibi kimseler Jön Türkleri sürgünden çağırıp çeşitli vazifeler verdiler. Kıbrıs’tan çağrılan Nâmık Kemâl, Pâdişâh’ın özel kâtipliğine, Sâdullah Bey ise, mâbeyn başkâtipliğine getirildi. Jön Türklerin yeni pâdişâhdan memnunlukları uzun sürmedi. Rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilen beşinci Murâd’ın yerine pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han Meşrûtiyet’i ilân etti. Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlik havasından istifâde eden Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) cemiyeti bâzı zararlı faaliyetlerde bulundukları için, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından kapatıldı. Böylece kaybolup giden Jön Türkler hareketinin birinci devre faaliyeti sona erdi.

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hırîstiyan Avrupa devletleri ve Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklarla işbirliği içinde bulunan ve faaliyetleri yasaklanan Jön Türkler, çeşitli sebeplerle tekrar Avrupa’ya kaçtılar. Yurt içinde ve dışında çeşitli gizli cemiyetler kurarak ve sayıları yüze varan dergi ve gazete çıkararak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında Osmanlı Devleti’ne karşı kesif bir propagandaya giriştiler. Fransız ve İngiliz hükümet çevreleriyle sıkı bir işbirliği kurarak destek gördüler. Sultan beşinci Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için gayret sarf ettiler. Ali Süâvî, Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı kalabalık bir grupla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı baskınını düzenledi. Çırağan Sarayı’nda bulunan sultan beşinci Murâd’ı sultan Abdülhamîd Han’ın yerine tahta geçirecekti. Beşiktaş inzibat işleri ile görevli mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle isyâncıların üzerine yürüdü. Bu baskın sırasında Ali Süâvî ve adamlarından 21 kişi öldürüldü, 17 kişi de yaralandı. Sağ olarak ele geçenler de dîvân-ı harbe sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldılar (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için masonlarla ve diğer hıristiyan Avrupa devletleriyle işbirliği yapan Jön Türkler, çeşitli gizli komplolar düzenlemeye devam ettiler. Çengelköy mason locasının üstâd-ı âzamı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Kleanti Skaliyeri, Alman ve İngiliz mason localarının nüfuzlarını kullanarak İstanbul’daki Alman ve İngiliz elçilerini beşinci Murâd lehinde müdâhalede bulunmaya çağırdı. Fakat bu teşebbüsleri sonuç alamadı. Bu arada gizli komiteler kuran Jön Türkler, sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki gizli faaliyetlerine devam ettiler. Kleanti Skaliyeri evkaf teftiş kurulu me’mûrlarından Azîz Bey ve devlet şûrasının eski me’mûrlarından ve Nâmık Kemâl’in dostu olan Ali Şefkatî’nin kurduğu komiteye girdi. Bu komite de çeşitli darbe plânları hazırladı.

Devletin istihbarat teşkilâtının bu komitenin çirkin plânını tesbit etmesi üzerine, komite üyeleri komite karargâhının bulunduğu Azîz Bey’in evinde basıldılar. Skaliyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkatî gibi kimseler kaçmayı başardılar. Yakalananlar tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Diğer Jön Türkler gibi Avrupa’ya kaçan Ali Şefkatî, 1879-1881 yılları arasında Napoli ve Cenevre’de İstikbâl gazetesini çıkartarak gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine gönderdi.

Avrupa’ya gönderdiği sürgünden döndükten sonra, sultan Abdülazîz Han’ın ölümüyle ilgili olduğu için, cezalandırılan Midhat Paşa’nın 1881’de Taife sürülmesi üzerine, İstanbul’daki Askeri idâdî talebelerinden Nedim, Saîd ve Cemâl Bey ismindeki arkadaşları çıkardıkları Sadâkat gazetesinde Midhat Paşa’nın sürgüne gönderilmesinin Kânûn-i esâsîye aykırı olduğunu iddia ettiler. Hilmi Hakkı Bey de, Cür’et gazetesini çıkararak Jön Türklerin fikirlerinin savunuculuğunu yaptı.

Ali Şefkatî’nin 1889’da Paris’te ölümü üzerine, Bursa Maârif müdürü iken Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü’sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek üzere Avrupa’ya giden Ahmed Rızâ, yurda dönmeyip Jön Türklere lider oldu ve kısa zamanda meşhûrlaştı. 1890 yılında İstanbul’da Mîzâncı Murâd tarafından çıkartılan Mîzân gazetesinde de Jön Türklerin meşrutiyetçi fikirleri işlendi. Daha sonra gazetesi kapatılan Mizancı Murâd, Mısır’a oradan da Avrupa’ya giderek Jön Türkler arasına katıldı ve Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik faaliyetlere devam etti. Bu sırada İstanbul’daki Askerî Tıbbiye talebeleri daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alacak plan gizli İttihâd-i Osmânî cemiyetini kurdular. Her birisi Jön Türklerden olan bu genç talebelerin faaliyetleri tesbit edilince 1895’den sonra çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler. Aralarından bâzıları Mısır’a ve Avrupa’ya kaçarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat benimsedikleri fikirler yönünden çeşitli grublara ayrıldılar. Sultan Abdülhamîd Han tarafından Avrupa’ya gönderilen, serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın yaptığı gizli çalışmalar neticesinde, büyük bir kısmı ikna olarak ve muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler. Bunlar arasında Cenevre grubu lideri Mîzâncı Murâd da vardı. Ahmed Rızâ’nın etrafında toplananlar ise, yurda dönmeyerek ısrarla faaliyetlerine devam ettiler. Çıkardıkları çeşitli gazetelerle asılsız propagandalar yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan beklediği ilgiyi göremeyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, 1899 yılında iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçtı. Hiç bir ideâle dayanmadan, sâdece sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın îtimâd ve teveccühünü kaybettiği için Avrupa’ya kaçan Ali Kemâl gibi gençler de Jön Türklere katıldı. Böylece biraz canlanır gibi görünen Jön Türkler hareketi içindeki görüş ayrılıkları da fazlalaştı. Fakat ortak gayeleri sultan Abdülhamîd’e karşı muhalefetti. Bunu, çıkardıkları çeşitli gazetelerde açıkça ortaya koyup işlediler. Jön Türkler 95 Türkçe, 8 Arapça, 12 Fransızca olmak üzere toplam 115 gazete çıkardılar.

4 Şubat 1902’de ermeni ve rum temsilcilerin de katıldığı birinci Jön Türkler kongresi Paris’de toplandı ve içlerinde pek az Türk vardı. Bu kongrede sultan Abdülhamîd Han’a karşı mücâdelede tâkib edilecek yol ile ilgili görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında toplanarak Meşveret gazetesini çıkardılar. Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti adıyla ayrıldılar. Prens Sebahaddîn ve arkadaşları ise, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. Bundan sonra, Jön Türkler, birbirlerini itham etmeye başladılar. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini yaymaya çalıştılar. Rumeli’de ve Osmanlı ülkesinin bâzı merkezlerinde de şubeler açan İttihâd ve Terakkî cemiyeti, kendisini batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıttı. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen Jön Türkleri bünyesinde toplayan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî, komitacılık faaliyetlerine girişti.

28-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine, İttihâd ve Terakkî, prens Sebahaddîn’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri ile birlikte ermeni Taşnaksütyûn komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınan Jön Türkler, kongrede Osmanıl Devleti ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde ağır ithamlarda bulundular. Neticede Osmanlı Devleti aleyhinde olan İran meb’usan meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar v.s. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.

Birisi Paris’te, ikincisi Selanik’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi olan İttihâd ve Terakkî bünyesinde teşkilâtlanan Jön Türkler, Rumeli’de çeşitli tedhiş ve terör faaliyetlerine giriştiler. Bulundukları bölgelerde Osmanlı devletine karşı olan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak müslüman ahâliyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Ordu içindeki subaylardan da destek görerek tedhiş ve isyân hareketlerini bastırmak üzere gönderilen ordu birliklerine karşı silâhlı mücâdeleye giriştiler. Hareketleri bastırmak üzere gönderilen Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu bildirmek üzere girdiği manastır postahânesinden çıkarken komitacılar tarafından öldürüldü. Jön Türklerin teşvik ve tahrikleriyle meydanlara toplanan ahâlî, hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteriler yaptı. Durumun nazikliğini gören ve kardeş kanının dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu ve 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyeti îlân etti. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda dönen Jön Türkler, çeşitli vazifelere getirildiler. Avrupa’dan dönen Prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî grubuyla birlikte hareket etmeyi reddederek ayrıldı. Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyeti olarak faaliyet gösteren prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî’ye karşı mücâdele verdiler. 14 Eylül 1908’de kur***
Ahrâr fırkasının kurulmasını desteklediler (Bkz. Fırkalar). Meşrûtiyetin îlânından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî meb’usları, ilk zamanlar hükümetler üzerinde baskı kurarak iktidarlarını sürdürdüler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdiler. Daha sonra da fiilen hükümette vazîfe alarak Osmanlı Devleti’ni çeşitli badirelere sürüklediler (Bkz. İttihâd ve Terakkî). İttihâd ve Terakkî dışında kalan Jön Türkler de çeşitli siyâsî fırkalar (partiler) kurup gazeteler çıkararak, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefeti sürdürdüler.

Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve hürriyet fikirleri görülüyorsa da, her grup veya şahsın ayrı ayrı maksâdları vardı. Azınlıklar; istiklâl, hiç değilse muhtariyet elde etmek, şahıslar ise; şahsî hırs ve arzularını gerçekleştirmek peşindeydiler. Bunları destekleyen devletlerin gayesi de Osmanlı’yı zayıf düşürerek kendi emelleri doğrultusunda kullanmaktı. Meşrûtiyet, hürriyet gibi kelimelerin cazibesinden ve moda hâline getirilmesinden dolayı bilhassa batı kültürü ile yetişmiş, veya bu kültürün hayranı olanlar tarafından bir zamanlar medhedilen Jön Türkler hareketi ve faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hızlandıran belli başlı âmillerden olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklidden öteye geçmemesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ (Midhat Paşa gibi) kendi ailelerini hânedân ailesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, rum, bulgar ve ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu faaliyetlerin en acı ve ihanete varan tarafları olmuştur.

Jön Türkler Avrupa’daki gibi meşrutî bir idare getirmek istemişler, ancak bu konuda hiç bir Avrupa devletinin meşrutî yapısını, anayasasını incelememişlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni bu devletlerden biri ile karşılaştırmak düşüncesinden uzak kalmışlar, Osmanlı halkının böyle bir idareye hazır olup olmadığına, halkın etnik yapısının böyle bir idareye imkân verip vermediğine bakmamışlardı. Nitekim iki defa îlân edilen meşrûtiyet netîcesinde Osmanlı idaresinde yaşıyan azınlıklar, daha ilk mecliste bağımsızlık istemeye başlamışlardı.

Jön Türklerin bir diğer ortak yönleri de, hemen hepsinin, Tercüme odası, Mühimme kalemi, Mâbeyn-i hümâyûn gibi muhitlerde yetişmiş ve birbirlerini tanımış olmaları idi. Ayrıca bir kısmı, saraya ve saltanata mensûb ailelerin çocukları, bâzısı Nâmık Kemâl gibi, bâzısı Subhi Paşazade Ayetullah, Necib Paşa torunu Mehmed ve Kânipaşazâde Rıfat gibi zengin tâife çocukları idi. Bu sebeple siyâsî ihtiras ve yükselme hırsı, kendilerinde adetâ aile mîrâsı idi. Jön Türklerin bir diğer önemli yanları da çoğunun mason, bir kısmının da inançsız olması idi.

Netice olarak bunlar Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilâller, isyânlar, hükümet darbeleri ve savaşlar ile yok etmişler, çıkarılan kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Harbi, Jön Türkler hareketinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi yine yurt dışına kaçmışlardır. Her ne kadar mahkemelerin karşısına çıkmaktan kurtulmuşlarsa da, milletin vicdanında yargılanmaya devam etmişlerdir.

ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE JÖN TÜRKLER

“... Ve daha garib bir tecelliye bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!..

Evlâdım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile s***
mış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar!

Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ çıkaramıyorlardı ?

Söyledim, yine söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!..

Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular!

Kendilerine “Jön Türkler” denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi...

Fakat ben buna rağmen, kendileriyle ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın diye!..

Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım, Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gösteriyordu.

Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.”

Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60

TAHRİF EDİLEN HAKÎKATLER

İsmâil Hami Dânişmend diyor ki: “Târihte tahrif edilmiş bir çok şahsiyetler vardır: Bâzılarının kahramanlaştırılmasına mukabil, bâzıları da canavarlaştırılmıştır!.. İkinci Abdülhamîd işte bu ikinci zümredendir. Saltanatı devrinde muhalifleri tarafından yabancı memleketlerde ve hal’inden sonra düşmanları tarafından Türkiye’de yazılmış eserlerde bin türlü mübalağalarla yalnız kusurlarından bahsedilmiş ve gene bin türlü iftiralar atılarak kanlı ve korkunç bir tip hâline getirilmiştir. Meselâ Ermeni komitecilerinin Avrupa müdâhalesine sebeb olmak için yaptıkları hareketlerle ihtilâl teşebbüslerini tenkil etmiş olduğu için muhtelif memleketlerde bir takım müteassıb Türk düşmanlarının sultan Hamîd’e taktıkları bâzı çirkin lakaplar vardır: Bunların en meşhurları Fransız müverrihlerinden Albert Vandav’ın ortaya attığı “Le Sultan Rouge-Kızıl Sultan” ve İngiltere’deki “Whigs” partisinin meşhur reisi Gladstone’un savurduğu “The Great criminal-Büyük cani” sıfatlarıdır! Hıristiyanlık taassubuyla Anadolu’nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hattâ küfürler savurmaları pek tabiîdir: Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk’ün hakkını koruduğu için müteassıb Fransızın ortaya attığı “Sultan Rouge” lakabını Türkçe’ye tercüme edip de Sultan Hamîd’e “Kızıl Sultan” diyen Jön Türklerin ve onları tâkib edenlerin yüz kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?”

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0