osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Osmanlı elçisinin gözüyle Fransa

Bu güzel bahçeyi gezip dolaşırken, «Dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin ise cennetidir.» şeklindeki hadis'teki espriyi daha iyi anladık. Bahçede daha, oldukça güzel, iç açıcı ve deha benzerlerini görmediğimiz şadırvanlar vardı.'
Bu güzel bahçeyi gezip dolaşırke...
1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşmasıyla Osmanlı devleti Macaristan’ı Avusturya’ya, Podolya ve Ukrayna’yı Lehistan’a, Mora’yı Venedik’e bırakmak zorunda kalmıştı. Ancak antlaşmanın bu toprak kayıpları dışında daha önemli sonuçları oldu. Bu antlaşma ile Osmanlı devletinin Avrupa siyasetindeki güçlü yeri sarsılmış oldu. Bu antlaşmadan 19 yıl sonra imzalanan Pasarofça antlaşması ile de Osmanlı devleti Avrupa devletleri karşısında güç kaybetmeye devam etti. Bu acı tecrübelerin ardından Osmanlı devleti Avrupa’daki gelişmeleri yakından görmek amacıyla başta Fransa olmak bazı Avrupa ülkelerine elçiler gönderecekti.



Osmanlı tarihine Lale Devri olarak geçen bu dönemde tahtta Sultan 3.Ahmet, Sadrazamlıkta ise Damat İbrahim Paşa bulunmaktaydı. Genellikle Osmanlı devletinin zevk ve sefaya daldığı yıllar olarak ele alınan bu dönemin asıl önemli tarafı ise Osmanlı devletinin Avrupa’da olup bitenleri anlamaya çalışmasıydı. Bu yıllarda Marquis de Bonnac adlı bir Fransız büyükelçisi İstanbul’da bulunmaktaydı. Elçi becerikli biriydi ve İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde Osmanlı-Fransız ilişkileri büyük gelişim gösterdi. Avusturya’ya karşı Fransa ile ilişkileri geliştirmek isteyen Sultan 3.Ahmet Fransa’ya bir elçi göndermeye karar verecektir. Gönderilecek elçi liyakatiyle tanınan otorite ve bilgisiyle öne çıkan Osmanlılığı Avrupa’da temsil edeceğine güvenilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi olacaktır.

Mehmet Çelebi, beraberinde Divan Kâtibi oğlu Mehmet Sait Efendi ve kalabalık bir maiyetle 1720 yılı ekiminde Fransız elçisinin sağladığı bir kalyonla İstanbul'dan yola çıktı. Heyet hareket tarihinden ancak kırk altı gün sonra da Fransa'nın Akdeniz’deki önemli limanlarından biri olan Tulon'a ulaştı.

Mehmet Çelebi ve beraberindeki Osmanlı heyeti Tulon'da Fransız devlet adamları ve halk tarafından büyük bir törenle karşılandı. Ancak o günlerde Fransa'nın güney sahillerinden Marsilya'da kendini gösteren veba salgını yüzünden, Osmanlı heyetine karantina uygulandı. Kırk günlük karantinadan sonra heyet Toulouse-Bordo-Orlean yoluyla, güney batı Fransa'daki kanallardan geçerek Paris’e ulaştı. Yirmisekiz Çelebi bu uzun yolculukta, Fransızların ülke içinde kanal açma, bunlara çevreden su toplama, kanallar için de gemi yüzdürme vb. fennî işlerdeki başarılarını şahit oldular. Osmanlı heyeti, girdiği şehir ve kasabalarda, bir Osmanlı görme arzusuyla, Fransız halkının meydana getirdiği büyük kalabalıklarla karşılaştılar.

Elçilik heyeti Paris’e vardıktan sonra Kral 15.Louis tarafından Versay Sarayında kabul edildi. Yirmisekiz Mehmed Çelebi Krala padişahın mektubunu ve hediyelerini takdim etti.

5 ay boyunca Fransa’da kalan Yirmisekiz Mehmed Çelebi İstanbul’dan yola çıkışından dönüşüne kadar ki tüm izlenimlerini Paris Sefaretnamesi adıyla Sultan 3.Ahmed’e ve Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya sundu. Yirmisekiz Mehmed Çelebinin bu seyahati ve sefaretnamesi Osmanlı devletinin batıya bakışının değişmesinde önemli rol oynadı. Osmanlı toplum yapısına önemli etkileri oldu. Fransa’dan İstanbul’a getirilen kitaplar, elbiseler ve mobilyalar Osmanlı başkentinde Batı modasının yayılmasında etkili oldu. Paris’ten getirilen tablolar da Türk minyatür sanatında yeni bir dönemi başlattı. Fransa’da görülen bahçe düzenlemeleri İstanbul’da taklit edilmeye başlandı. O güne kadar ‘diyar-ı küfür’ olarak veya ‘gavur’ olarak nitelenen Avrupa taklit edilmeye başlandı. Yine Matbaanın Osmanlıya gelişi de bu seyahatin ardından oldu.

Yirmisekiz Mehmed Çelebinin Paris Sefaretnamesi adlı eserindeki dikkat çekici bazı kısımlar



Seyahatin ilk durağı Tulon

Allah'ın yüce yardımları ve eşliği sayesinde, ayın 20. Cuma günü sabahın erken saatlerinde Tulon şehrine geldik. Nazarto limanında demirleyip, on bir adet selâm topu attık. Çevredeki kalelerden ve limanda bulunan burçlardan atılan üç yüz adet topla hem bizi karşıladılar, hem de ortalığı şenlendirdiler.

Bizim için hazırladıkları saray, meğer şekerhâne imiş. Bu büyük iş yerine bir kaç yüz kese para harcandığı anlaşılıyordu. Şehrin ileri gelenleri, zabit ve kumandanlarıyla birlikte, ellerinde şekerlemeler, hatırımızı sormaya geldiler. «Gelişinizden pek memnun kaldık, bizleri sevindirdiniz.» diyerek yakınlık gösterdiler. Biraz sonrada kadınlar onar, on beşer kişilik gruplar halinde gelmeye başladılar. Kadınların ziyareti akşam saat beşe kadar sürdü. Çevreden, bilhassa Montpellier'den, ne kadar zengin ve değerli kişi varsa karılarıyla birlikte bizi görmek için gelmişlerdi. Fransa'da kadınlara gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Bu yüzden kadınlar ne isterlerse yapar ve istedikleri yerlere rahatça gidip gelebilirler, kimse bir şey demez. Meselâ rütbe ve mevkii değerli bir beyzade çok değersiz de olsa bir kadına saygı göstermek zorundadır. Buralarda, daha çok kadınların sözleri geçerlidir. Öyle ki, Fransa'ya kadınların cenneti diyorlardı. Gerçekten de, buralarda kadınlar hemen hiç bir zahmet ve güçlük karşısında değildirler. Her türlü istek ve arzuları vakit kaybedilmeden hemen yerine getirilirmiş.

Kanal

Sabah olunca tekrar gemiye binip gideceğimiz yere doğru bu defa kanal üzerinden yola çıktık. Kanal adı verilen yer, çevreden toplanmış sularla sonradan yapılma bir nehirdir. Eskiden yolcular ve tüccarlar ya deniz yoluyla uzun mesafeler aşmak zorunda veya kara yoluyla binbir türlü zahmet ve masrafa katlanarak yolculuk yaparlarmış. Gerek yolculara, gerekse ticaretle uğraşanlara kolaylık olsun; bu arada hem mesafe kısalsın hem de nakilde kolaylık sağlansın diye, üstelik vergi ve gümrükten de faydalanmak düşüncesiyle, bir kaç bin kese para harcayarak bu kanalı yapmışlar. Şu anda, Akdeniz'den kalkan bir gemiyle şehirler arasından, karaya ayak basmadan Atlas Okyanusu'na çıkmak mümkündür. Söylediklerine bakılırsa, Kanal'ın oldukça büyük faydalarını görmüşler, bir çok malı bu yoldan nakletmişler.

Sabah olunca yine gemiye bindik, yola koyulduk. Gündüzleri, mahiyetlerinden yukarıda söz ettiğimiz havuzlardan geçerek, akşamları da kasaba ve köylere misafir olarak, Rebiülâhır ayının 4. cumartesi günü Tuluz şehrine geldik.Biz Kanal yoluyla gelirken halk bizi seyredebilmek için zaman zaman olağanüstü denebilecek çaba harcıyordu, öyle ki, geçtiğimiz bazı yerlerde, sırf bizi görebilmek için dört beş saat uzaktan gelenler vardı. Bunlar Kanal boyunca dizilmişlerdi; birbirlerinin önlerine geçebilmek için itişip kakışmadan suya düşenler bile oluyordu. Hatta Yers şehrine geldiğimizde kalabalık o haldeydi ki, askerler müdahale etmek mecburiyetinde kalmışlardı.



Paris

Paris'in sokakları oldukça geniştir. Yan yana beş-altı arabayla gitmek mümkündür. Böyle olduğu halde, halkın bizi görmek için meydana getirdiği kalabalık yüzünden, bazı yerlerde ancak üç atlı yan yana gidebiliyorduk.,, Sokak kenarlarında atlı ve yaya askerler iki sıra halinde, halkta birbirlerinin üstüne onar, on beşer kat halinde bizi seyir için dizilmişlerdi. Bize, güya şehirde oturan bütün halk alayı seyretmeğe gelmişler gibi göründü.Paris'te evler genellikle dörder, beşer kat halinde olup, pencereleri sokağa bakmaktadır. Biz alayla geçerken, hemen her pencere içine alabileceğinden çok sayıda insan yığılmıştı. Halk aslında Osmanlı görmediğinden, bunlar nasıl adamlardır, diye sırf merak yüzünden böyle kalabalık meydana getirmişlerdi. Hatta Kral ve Kral bakıcısı, Devletin Vasî'si olan Dük d'Orleans, diğer bütün devlet ileri gelenleri ve şehir sosyetesi bizi seyretmek için bir eve toplanmışlardı.. Bizlerse, buraya deniz yoluyla gelmiş bulunduğumuzdan, gereği gibi alay düzenleyememiştik. Böyle olduğu halde, Allah'ın yardımlarıyla, ev sahiplerimiz: «Paris şimdiye kadar böyle bir alay görmemiştir»diyerek samimi kanaatlerini itiraf ettiler.Yukarda anlattığım düzen içinde bizim için hazırlanan eve indik. Yolda selâma duran askerler de aynı düzen içinde misafir kalacağımız evin önünden geçtiler, geçit bitince bizimle birlikte eve kadar gelen Mareşal de vedalaşıp ayrıldı.Yine kadın ve erkekler, kimi ziyaret, kimileri de bizi seyretmek için kalabalık gruplar halinde içeriye,yanımıza geldiler, özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve görmek istiyorlardı. «Filân kimsenin kızı veya falanın karısıdır, siz yemek yerken, seyretmek için izninizi rica ediyorlar.» diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyor, mecburen yanımıza gelmelerine izin veriyorduk. Perhiz vakitlerine rastladığı için kendileri yemek yemiyorlar, sofra kenarına geçip bizi seyrediyorlardı. Böyle bir duruma hiç alışık olmadığımız için bize çok ağır geliyordu; sadece hatırları kırılmasın diye sabrediyorduk.

Onlarsa, yemek yenirken seyretmeyi âdet haline getirmişler. Meselâ Kral yemek yerken onu seyretmek isteyen, gidip izin alırmış. Bunlarda âdet böyleymiş. Kulağımıza kadar gelenler arasında bundan daha garip olanı ise şuydu: Kral, yatağından nasıl kalkar, nasıl giyinir, bunu seyretmeye giderlermiş. Bu yüzden bize de buna benzer bazı teklifler yapmakla bir hayli canımızı sıktılardı.

Kralın huzurunda

Kral askerini bize seyrettirmek için çevredeki bazı kışlalarda bulunan piyade ve süvari alaylarına yeni elbiseler giydirmiş olduğu halde, buraya getirmişler. Aşağı yukarı otuz binden fazla asker hazırlanmış, konakladığımız evden ta Kral sarayına kadar dizilmişlerdi. Gördüğümüz askerler, oldukça bakımlı ve temiz giyinmişlerdi.

Kral'ın yanına yanaşınca, o da ayağa kalktı. Nâmei Hümâyun'u önümüzde tutuyorduk. Elimizi göğsümüze koyup, Padişahımızın kutlu mektubunu elimize alıp yanaştığımızda selâm verir biçimde: «Şevketli, azametli, heybetli ve yüce İslâm Padişahı, velinimetim,Sultan oğlu Mehmed Han Hazretlerinin oğlu, Efendim Sultan Ahmed Han Hazretlerinin kıymetli mektuplarıdır.» diyerek eline teslim ettim. Daha sonra Veziriazam'ın mektubunu alıp: «Bu da devletli, saadetli Veziriazam ve Muhterem Damat İbrahim Paşa Hazretlerinin yüce mektuplarıdır.» diyerek, bunu da yine eline verdim. Sözlerime devamla: «Bu iki devlet arasında eskiden beri yürürlükte olan sağlam dostluğu daha da kuvvetlendirmek ve değerli Fransa Kralına olan sevgi ve saygılarını açıkça göstermek için Efendim beni elçilikle gönderdiler.» dedim. Kral, henüz on bir yaşını tamamlayıp on iki yaşına basmıştı. Yüzü oldukça güzel olan Kral sanki elmaslar içinde yüzüyor, altın sırmalı elbiseleriyle de ortalığı aydınlatıyordu.

Birkaç gün sonra Kral sarayı yakınlarında geniş ve iç açıcı bir meydanda Kral'ın gezinti yapacağını haber verdiler. «Kral bu meydanda arabasıyla biraz dolaşacaktır. Ayrıca, şehrin zengin ailelerinin kadın ve kızları da gelecek, o meydanda Kral'ı seyredecekler. Eğer gelirseniz pek memnun kalacaksınız. Hem Kralımız da sizleri görmeyi çok istiyor.» dediler. Paris halkı hayatlarında müslüman görmedikleri için, Osmanlı elbiselerini de bilmiyorlar, bu yüzden bize hayran hayran bakıyorlardı. Bizim giyim-kuşam ve hareketlerimizi anlattıkça.

Kral'ın bu meydanda gezip dolaşması için, Lalasıyla birlikte içine oturabilecek, altın yaldızlı, oldukça da güzel bir arabası burada onları bekliyordu. Bizim bindiğimiz arabayı da o arabanın yanına getirdiler. Dizginleri salıp yanlarına yaklaştık. Tam bu sırada Kral da Lalasıyla beraber yanımıza gelip, bakışlarıyla bize iltifat ederek bahçede bekleyen özel arabaya bindiler. Biz de araba içinde ayağa kalkarak yapılan iltifata karşılık verdik. Bizim araba da onların arabasının yanında olduğu halde hep birlikte dolaşmağa başladık. «Cour» adını verdikleri meydan, büyük, güzel ve yemyeşil bir saha olup, göğe uzanan ağaçlarla doluydu. Ağaçlar belli ölçüler içinde dikilmiş olduklarından, hemen hemen hepsi eşit boyda idiler. Seyredilmesi çok güzeldir. Aynı boydaki bu ağaçlar arasında dört beş defa dolaştık. Çevremizdeki arabalar ise, peri yüzlü, gümüş ve gül yanaklı güzellerle doluydu. Onlar da bizimle birlikte dolaşıyorlardı.Sadece onları seyretmek bile insana başka bir ferahlık veriyordu. Akşama kadar bu şekilde dolaşıp, gece misafir kaldığımız eve döndük.

Kralı terbiye etmek

Bu elmaslar arasında daha değişik bir sarı elmas gördük, adına «cevheryân-ı zeyni» (süs eşyası) diyorlar. Çok kıymetliymiş. Bundan başka, bir kutu içinde üç köşeli lâcivert bir elmas gördük. Bu mücevher de oldukça büyük olup , taştan meydana geliyordu. Başka bir tarafta, baş parmak uzunluğunda, dört köşe traş olunmuş gök renkli bir yakut gördük. Başka bir yanda kısa bir süre önce İngiltere Kralından altı bin kese akçeye satın alınan bir elmas daha gördük. Bu elmas, ortası dört köşe, iki yanı kubbeli, üzerine emek sarf edilmiş, beyaz renkli, berrak, güzel bir sanat ürünüydü. Fiatı, kendi paralarıyla yüz otuz kırat imiş. Cevizden biraz büyükçeydi. Biz bunları seyrederken, Kral, eline aldığı bazı mücevherleri elimize verip bize gösteriyordu. Bu sırada Lala Mareşal Kral'a sordu: «Bu mücevher kimindir?» Kral «Kimin olsa gerek, elbette benimdir!» diye cevap verdi. Mareşal «Yok, bunlar senin değil, tâcındır» dedi. Bunlardaki adet ve gelenekler, Kral büyüyüp de bulûğ çağına gelmeden başına taç giydirmeye müsaade etmezmiş. Bu yüzden, Kralın hükmetme dâiresi de sınırlı olur, güvenilir birini yanına Vasi tayin etmekle bu işi hallederlermiş. Devlet işlerini de aşağı yukarı Vasi tayin edermiş. Bunun da büyük amcası Dükd'Orleans Vasi olmuştu. Daha sonra Vasi'nin yukardaki sözleri söylemekteki gayesinin, «Sen bulüğ çağına gelip başına taç giymeden, bu mücevherlere sahip olamazsın!» diyerek, terbiye etmek olduğunu söylediler.

Sarayın başka bir bölümünde, ülkenin dört yanındaki hudut boylarında ve yakın yerlerdeki küçük, büyük kalelerinin birçoğunun, sahraları, bağ, bahçe, dağ, nehir ve varoşlarıyla, iniş ve yokuşlarıyla modellerini yapmışlar. Hazine dairesinden çıkınca buraya geldik. Bu modelleri seyretmek aşağı yukarı o kalelerin her birini olduğu gibi seyretmek gibidir. Bunları hazırlarken o kadar ince noktalara dikkat etmişler ki, hemen her kalenin sokakları, evleri, kilise ve köprüleri aslında olduğu gibi yapılmıştı. Bunun şöyle bir faydası oluyormuş. Savaş sırasında düşman kaleye hangi yönden saldırabilir, ne taraf daha sağlam, ne taraf daha dayanıksızdır; Kral veya Kumandan, bütün bunları modeller sayesinde gözleriyle görür gibi oluyormuş. Bu resim modeller meydana getirilinceye kadar da bir sürü masraf yapılmış. Bu modelleri her önüne gelene değil, çok az insana gösterirlermiş.

Opera

Sadece Paris'e mahsus, adına «Opera» denilen bir oyun çeşidi varmış, burada çok tuhaf sanat ve hünerler gösteriyorlarmış. Opera'yı büyük topluluklar seyrediyorlar, daha çok da şehrin zengin tabakası hoşlanıyormuş. Ara sıra Vasi'nin geldiği de oluyormuş.

Bizi Kral'ın oturduğu yere götürdüler. Burası kırmızı kadifeyle döşeliydi. Vasi de gelmiş, yerine oturmuştu. Binanın her tarafı kadın ve erkekle ağzına kadar doluydu. Yüzden fazla çeşitli çalgı âletleri duruyordu. Akşama da bir saat kadar vardı. Her taraf kapalı olduğundan, içerde yanan yüzlerce balmumu ve avize ortalığı aydınlatıyordu. Bu büyük salon için büyük masraflar yapıldığı anlaşılıyor.

Trabzanlar, direkler ve dört bir yan, tavan da dahil altın yaldızlı oymalarla süslenmişti. Operaya gelen kadınlar da sanki ipekli kumaşlara ve mücevherlere batmışlardı. Kadınlar bu kıyafetleriyle mum alevlerinin önünden geçtikçe öyle şaşırtıcı bir manzara meydana geliyordu ki burada anlatamam. Önümüze, saz takımının oturduğu yere, işlemeli büyük bir perde asmışlardı. Gelen halkın hepsi yerlerine yerleştikten sonra, önümüzdeki perde aniden yukarı kaldırıldı ve arkasından orta yere büyük bir saray çıkıverdi. Oyuncular sarayın bahçesinde kendi özel kıyafetleriyle ve yirmi kadar peri yüzlü kız pırıl pırıl taşlı elbiseleriyle ortalığı aydınlatırlarken, çalgılar da ortalığı nağmeye boğdular. Bir süre dans ettikten sonra, Operaya başladılar. Opera denilen oyunda herhangi bir hikâye canlı olarak oynanmaktadır. Burada oynanan bütün hikâyeleri kitap olarak basmışlar, hepsi otuz kitap olmuş. Her hikâyenin ayrı ayrı adı var. Ayrıca, her hikâyeyi her oyunda daha henüz yeni oynuyorlarmış gibi gösteriyorlarmış.

Versay Sarayı

Gönülleri ferahlatıcı bir saray, gamları dağıtıcı bir güzellik karşısında kaldık. Sarayın güzelliğini burada anlatmaya imkân yok.Sabah olunca, saray görevlileri gelip: «Buyurun bahçeye dolaşalım.» dediler. Dört kişinin çektiği ve Kral'ın dolaşmasına mahsus iki tekerlekli arabaya bindik, bizi başka bir dairenin bulunduğu sahaya getirdiler. Burası birbirine çok benzeyen ağaçların kapladığı bir koruluktu. Koruluk içinde, birbirine bağlı sokaklar vardı. Sokakların birbiriyle birleştikleri yerlerde de şadırvanlı havuzlar vardı. Her şadırvan tunçtan hayvanlardan yapılmış, Sular bu hayvanların içlerinden fışkırıyordu.Koruluk içinde otuz dokuz tane şadırvan saydık. Söylediklerine göre, bunların her biri, Hümayunnâme hikâyelerinden birini canlandırmak için yapılmış. Her hikâyenin konusunu ayrı birer levha üzerine asmışlardı.Daha sonra otuz iki sütun üzerinde otuz iki kemerin bulunduğu, altına yerleştirilen fıskiyelerden parmaak kalınlığında suların fışkırdığı başka bir yere geldik. Oradan, orta yerinde iki yüz otuz beş fıskiyenin bulunduğu büyük bir havuz kenarına geldik. Havuzu üç kat halinde yapmışlar, ortasındaki fıskiye tam yirmi metreye yakın fışkırıyor, ikinci kat biraz daha az, üçüncü kat ondan da az fışkırmaktadır. Lüleleri baş parmaktan kalın olan havuzun yükselen suları gümüş selvileri andırıyordu.Buradan başka bir havuza geldik. Bunun özelliği ise, iki kat somaki mermerden ustalıkla yapılmış bir trabzanla çevrili oluşu ve iki yanında renkli mermerden iki köşk bulunmasıydı. Bu şadırvan kırk metreye yakın fışkırıyormuş. Saint Cloud fıskiyesinden sonra suları bundan daha yukarı fışkıran başka bir fıskiye daha görmedik. Sular şiddetli olarak fışkırdığı için etrafına birçok zerreler saçıyor ve düzgün bir selviyi andırıyordu.

Bu fıskiyeler dikine ve düz olarak değil de daha değişik şekillerde fışkırıyorlardı. Sanki hava fişeği gibi yerden çıkıyor, her biri başka yana eğiliyordu. İlerde büyük bir havuz daha gördük. Ortasında köşk büyüklüğünde bir şadırvanı vardı; etrafında da tunçtan yapılma yüzden fazla acayip acayip hayvanlar.. Fakat hayvanları öyle yerleştirmişler ki, sular fışkırdığı zaman ortaya çok güzel bir manzara çıkmaktadır. Bu manzaranın seyredilmesi bile insana ferahlık verir.

Bu saray öyle bir keyif yeriydi ki, bir eşini başka bir yerde henüz görmedim diyebilirim.Bu saray öyle bir keyif yeriydi ki, bir eşini başka bir yerde henüz görmedim diyebilirim. Bahçesinin düzenlenişi, bence, daha önce gördüklerimize tercih edilecek biçimdeydi. Bahçedeki birbirine sarılmış ağaçları daha önce hiç bir yerde görmedik, iki tarafta bulunan ağaçların dallarını birbirlerine öyle asmışlardı ki, ağaçtan yeşil ve yüksekçe bir kemer meydana gelmişti. Yağmurlu havada burada dolaşacak bir kimse yağmurluğa ihtiyaç duymadan rahatça dolaşabilirdi. Herhangi bir yol ağzında durulup dört tarafa bakılsa göz alabildiğine geniş, yaprakların meydana getirdiği yeşil bir kemer göze çarpar.Ayrıca ağaçlardan kapı ve dehlizleri olan odalar yapmışlardı. Yeşil yapraklarla örtülü ağaçları çeşitli şekillere sokmuşlar. Düzenlemede bile öyle bir intizam vardı ki, seyredenleri mutlaka ferahlatıyordu. Bu güzel bahçeyi gezip dolaşırken, «Dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin ise cennetidir.» şeklindeki hadis'teki espriyi daha iyi anladık. Bahçede daha, oldukça güzel, iç açıcı ve deha benzerlerini görmediğimiz şadırvanlar vardı.

Paris aslında İstanbul kadar büyük değildir. Fakat binaları üçer, dörder, hatta yedişer kat olarak yapılmıştır. Her katta çoluk çocuğuyla büyük bir kalabalık oturmaktadır. Sokaklarda da halk çok kalabalık görünür, bunun sebebi kadınların sokaklarda evden eve dolaşmalarıdır. Paris'de kadınlar katiyen evlerinde oturmazlar. Kadın erkek birbirine karıştığından, halk kalabalık görünüyor. Dükkânlarda oturup alış veriş yapanlar da hep kadınlardır. Dükkânların içi ağzına kadar çeşit çeşit eşyalarla doludur. İstanbul'u göz önünde tutmazsak, Paris, dünyada eşi benzeri olmayan bir şehirdir.

Paris’te Ramazan ve Teravih namazı

Biz Paris'te dolaşırken Ramazanı Şerif çıkageldi. Gündüzleri oruç tuttuk, geceleri de cemaatla teravih namazı kıldık. Burada gün erken doğduğundan, beş buçuk saatte imsak oluyordu. Müneccimler: «Yaz günlerinde iki ay kadar geceleri fecir az sürer.» dediler. Gerçi akşamları da şafak iki saat geç kayboluyordu, saat sekizi geçerken de güneş doğuyordu.Biz Ramazan'a başlayınca Mareşal yanımıza geldi, devlet büyüklerinin selâmlarını getirerek :«Hanımlarımız iftar saatinde sizlerin yanınıza gelip, yemek yeyişinizi ....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0