2011-07-20 16:28
Sultanlar / Padişahların Biyografileri / Sultan 2. Mahmud Biyografisi
Sultan 2. Mahmud Biyografisi
Babası: Sultan I. Abdulhamid Han
Annesi: Nakşidil Sultan
Doğum Tarihi: 1785
Vefat Tarihi: 1839
Saltanat Müd.: 1808-1839
Türbesi: İstanbul Çemberlitaş'tadır.
Şehzade Mahmud, Osmanlı devletinin 32. padişahı olup, 22. halifesidir. 1. Abdülhamid Hân'ın, Nakşidil adlı hanımsn-dan dünya'ya gelmiştir. 22/ramazan/1200-20/temmuz/1785 doğum târihi olup, vefatı ise 16/r. ahir/1255 -30/h"azi-ran/1839'cla olup, devr-i saltanatı 31 yıl sürmüştür. Osmanlı tahtına çıktığında 23 yaşındaydı. Biz; tahta çıkış safahatını 4. Mustafa dönemini ve şehadet-i 3. Selim Hân'ı anlatırken, sayfalarımızı süslediğimizden burada tekrar bahsetmeyi zait addediyoruz.
Hemen şunu da itirafa mecburuz ve vicdan borcudur ki, Hz. Mevlâmız, Mahmud-u Sâni'nin tahta çıkmasını murad eylemişki bunun esbabında Sultan 4. Mustafa'nın tahttan indirilmeyi önlemek için gerek Sultan Selim'i gerekse 2. Mah-mud'u itlaf ettirme emri olan, o me'şum emri vermesi, Sultan Selim'in şehadeti vâki olurken, Mahmud'un da Osmanlı tahtına oturmasında hisseyi, Alemdar Mustafa Paşanın emeklerini yâd etmek vazifei târihiyedir. Sultan 2. Mahmud Osmanlı padişahları arasında pek büyük önem arzeden padişahlar arasında da hayli önde gelir. Genç yaşına rağmen iktidarının güç dengesini pek iyi idrak ile önüne konulan, Se-ned~i İttifak'ı imzalaması idarede gösterilen esnekliğin mühim emsallerindendir. Kolay kolay imzalanamayacak olan böyle bir varakaya imza koymak, iktidarını birileriyle paylaşmaktır ki, meşrutiyetçi diye ileri sürülen meşhur Midhat Paşa dahi böyle bir paylaşıma imza atmaz, işi redde ***
ürüp, memleketin allak bullak olmasına sebeb oluridi. Bu akıllı davranışı gösterebilmesinin sebeblerinin başında iyi bir tahsil görmüş olması gibi, bilhassa 3. Selim'in tahttan indirilmesinden sonra şimşirlikde geçen menkubiyet dönemi içinde sık sık bir araya geldiği yeğeni şehzade Mahmud'a ihtisaslarını bir bir nakletmesi, hata ve isabetlerini şerh etmesi şehzadenin pek istifade ettiği bilgilerdi ve bunları iyice hafızasına yerleştirmiş ve adetâ şimşirlik de geçen günler Genç şehzadeye bir padişahlık kursu gibi yaramıştır. Sultan 2. Mahmud biat merasiminden sonra ülkeyi sadrıazamına bıraktı. 3. Selim'in katillerinin listesini bulup vereceğini vaad ettiği sadrı-azama sözünü yerini getirdi. Eline tutuşturduğu listede üçyüz kişiyi aşan isimler yer alıyordu. Bunlar arasına eski, fırıldakçı sadrıazam Köse Musa Paşa ile Kızlarağası Mercan Ağa da girmişti. Tabii haklarında hüküm icra olunmuştu. Böylece sükûnet temin edilmiş, Alemdar Mustafa Paşa ülkenin isla-hedilmesi çalışmalarını başlatmıştı. Anadolu'da çeşitli şâ-kî'leri ezmiş, hükümet-i Osmaniyenİn otoritesini hâkim kılmıştı. Bütün bunlar olurken, zaten biraz kibirli olan Alemdar Paşa, yaptıklarından şımarmaya başlamış, hayli sert ve fütursuz icraatlara devam ederken, düşmanlarının sayısını da arttırmaktaydı ayrıca, Sekban-ı Cedİd askeri usulünün Sultan Mahmud ile beraberce kuvveden fule çıkarılması, nizâm-ı cedidin ihyası şekli içinde mütalaa eden yeniçeriler ve taraftarları, Alemdar Paşa'ya °'an mevcud düşmanlara, Paşanın eski bir yeniçeri olması da gcjz ardı edilerek, yeniçerilere gizli gizli destek veren kimilerinin münafıkane bir şekilde padişah ve sadnazama yaklaşımları sahte olduğundan gizli düşmanlar, açık düşmandan daha tehlikeli olmuşlar ve sayıları da hayli fazlalaşmıştı.
2. Büyük Fitne
Alemdar Mustafa Paşa; 1223/1808 ramazanının kadir gecesinde, Şeyhülislâm Arabzâde Arif Efendinin konağına, davetli olduğu, iftira gitmek üzere yola çıktığında, yol boyu yer : yer toplaşan kalabalıklar görmüş ve bunların Divânyoiu isti- ' kametinde çoğalmış olduklarını gözlemişti. Hiç fütur getirmeden üzerlerine atını sürdü. Bunun yanında muhafızlanda aynen kendisi gibi atlarını bu kalabalıkların üstüne sürüp, el- : lerindeki değnekler ve kamçılan kiminin kafasına, kiminin sırtına savururken bazılarının da yaralanmasına sebeb oldular. Sanki bunlar da, intizar halindeymişçesine bütün kahveleri ve bilhassada yeniçerilerin müdavimi olduğu yerlere gidip, sadrıazamla adamlarının, kendilerini ne hâle koyduğunu dramatik bir tarzla, habbeyi kubbe, pireyi deve yaparak anlatmaktan utanmadılar böylece de, fitne kazanını kaynatmaya başladılar. Biz; bu olayı bütün tafsilatıyla anlatan 1913'lü yılların başında yayımlanmış ve Alemdar Vakasını, bütün se-lahiyet ve tafsilatı ile nakleden bir kitabı, başdan sona os-manlıcadan sadeleştirmiş olarak Sultan 2. Mahmud döneminin sonuna okuma parçası olarak koymuş bulunuyoruz. Bizden daha selahiyetli merhumun eserini târih çalışmalarımıza koymakla isabetli bir seçim yaptığımıza eminiz. Bu bakımdan bu elim ve herkesin ibretle okuyayacağını sandığım vakayı buraya ayrıca, koymaya lüzum görmüyorum.
Alemdar vakasından sonra yâni 1224/1809'dan 1227/1812'ye kadar, dahilde ehemmiyetli bir vak'a zuhur etmeyip, yalnız Rusya ile yaptığımız kapışma devam etmekteydi. 1227/1812'de yapılan Bükreş antlaşması ile son buldu. Bükreş antlaşmasından Sırbiya'ya küçük bir imtiyaz verildi. 1226/181 l'de Tepedelenii Ali Paşa isyancı sayılmış ve üzerine asker gönderilmiştir. Ne var ki Halet Efendinin oyunlan, Ali Paşanın itlafına işi ***
ürdüysede devlet-i âliye bundan sonra Mora yarımadasını tutmaya gücünün azaldığını hissettiğinde canını aldığı Tepedeienii'yi aramaya başladı ama heyhat! Çünkü vücuda gelen Mora İhtilâli babıâlinin canını çok sıktı. 1182/1768'de, Mora'da bir isyan bayrağı açan Yunanlılar arazinin dağlık olmasından istifadeyle yaptığı hareketi biraz sürdürmeye muvaffak olmakla beraber, Mora Valiliğine tâyin olunan Muhsinzâde Mehmed Paşa peşinden de Cezayirli Hasan Paşanın kılıçları sayesinde, akılları başlarına getirilmişti. Daha sonraları ise, Tepedelenii Ali Paşa bunlara fırsat vermezken, kolu kanadı kırılan Tepedelenli'nin Yan-ya'da muhasara altına isyancıdır diye alınması Yunanlılara yararken Hurşid Paşanın askerlerini alıp gitmesi, Mora müf-sitierinin intizar ettiği halden olup, askerimize saldırdıkları görüldü. Ali Paşanın kendisini kurtarmak için güya Yunanlıları, tahrik vede teşvik ettiği ileri sürülmüştür.
Bu arada; Mora'da Etniki Eterya isimli gizli bir tedhiş örgütü kuran Yunanlılar, gerek Rusya'da, gerekse de memleketinde ikamet etmekte olan Rum küberasmdan başka os-manlı topraklarında ikamet etmekte olan bazıları ve bunlara ruhban olanlarda sayıldığından, Yunanlıların sabıkada ki şöhretleri, İngiltere vede Fransa'da mektep aleminde yaşamış ve elsine-i ve edebiyat-ı âtİkayıda tahsil etmiş olanyâni yabancı lisan ile eski edebiyatı tahsil etmiş olan hayalperestler bu Eterya hareketi içinde yer aldılar.
Sonunda; Osmanlı devletine sadakatıyla nâm yapmış olan, Eflâk Voyvodası Aleko Bey'i öldürten Eterya cemiyeti, Rum kan dökücülüğünün icraatını başlatmış oluyordu. Böylece Eflâk'da bu bey'in öldürülmesi 1236/1821'de bu memlekette de fesadın uyanmasına vesile oldu. Devlet bu fesadın çıkarmağa başladığı olaylara müdehale etmeye koşarken, Mora'da isyan patladı. Müslüman ahali, meskûn oldukları kasaba ve köylerden kale ve hisarlara ve de palangalara sığınarak, isyancıların hayatlarına kasteden davranışlarını ancak bu şekilde tesirini azaltabildiler. Bir çok kale, palangayı muhasara altına alan, Etniki Eterya cemiyeti idaresinde Rum ahali üçbuçuk asırdır hür ve müreffeh olarak sürdürdüğü hayat tarzını bağımsızlık yavelerine değişiyordu. Evet; yaptıkları nederece doğruydu? Veya ne derece yanlıştı? Bu iki soruda cevabınne olduğu dünya'nın kuruluşundan bu yana zaman zaman değişmiş bulunmaktadır. Bu neden olmuştur? İnsanoğlu; yaratıcısından aldığı mesajda sonsuz bir hürriyetin sahibi olmadığı, doğumunun da ölümününde kendi elinde olmadığının idrakinde olduğu tartışmadan varestedir. En münkir insan dahi, doğum ve ölüm virajlarını kendi verdiği karar olarak nitelemiyor.
Rabbimiz; kullarına hiç ayrım yapmadan dünya imtihanını kazanmalarını çeşitli tarzda, yâni seçtiği peygamberler ve onlarla gönderdiği mesajlarla istediklerini bildirdi. Bunları kabul edip o yolda gayret göstermeyi düstûr edinenler ile böyle bir teslimiyet olurmu diyenlerin arasındaki ikna mücadelesi, hür ve müreffeh bir hayatmı? Bağımsızlık adını taşıyan bir hayat tarzımı? Bu sorularda en mühim cevap, insan hakları- : nın adalet içinde kullanılabilmesidir. Osmanlı devleti, Süley- " man Paşa ile kırk arkadaşı, 757/1356 yılı içinde Rumeliye^ geçtiğinde, bu adalet mekanizmasının en mükemmelini de 'bu kıt'a insanına hediye olarak getirmekteydi. Ancak sosyal 1 siyaset, dini farklılık ve ırkî temayüller, organize derneklerin siyasi ihtiras sahibi dehaların toplumu yönlendirmek gibi , sosyal yaklaşımlar avrupa devletlerinin kavimler üzerine da- : yalı devlet organize anlayışı milletlerin bağımsızlığını öngördüğünden, mülga hristiyan anlayışın, hristiyan dünyasının islamların yaşayış tarzından ve dürüstlüğünden etkilenip, müs-lümanlığa geçişlerini önlemek için dünya hayatında propogandaların her tarzına riayet-ederek mevzuu değiştirip, ba ğımsizliklara kavuşma mekanizmasını işletti ve bu en azından avrupa insanının balkanlar bölümünde yaşayan hristiyan olsun, müslüman olsun sonunda insanların kanlarının dökülmesinin şartlarını sağlayan me'şum bir anlayıştı. Nitekim; hristiyan dünyası, 1967'de Papa Piu, avrupa devletlerinin ileri gelenlerini toplayıp, siz neden ayrı altı devletsiniz? Sorusunu tevcih etmiş ve AB'liği kapısını açmış bulunmaktadır. Asırlardır, Osmanlı yönetimindeki Rum prensliği, avru-panm bir gayri meşru çocuğu olmak ve megalo ideal çizgisinde bağımsızlığa koşmak için adalet içinde yaşamakta ol duklan hür ve müreffeh hayatı değiştirdiler. Kaç seneden beri, nice matmazellerini bazen isteyerek, bazen de istemiyerek gelin olarak verdikleri ailelere ölümler yağdırdılar, torunlarını öldürüp veya öldürülmesini kendi icad ettikleri ideallere kurban etmekten çekinmediler.
Nice kanlar aktı sonun da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa Mora Valisi olunca, gerek deniz yolu ile gerekse, kara istikametinden muntazam Mısır askeri ile Navarin ve Metun'a çıktı burdan hareketle takvimler 1241/1825 senesini gösterirken Morayı tam bir itaat altına almış olduk. Bunun ortaya koyduğu netice Osmanlı devleti, Mora olayının başlangıcından, sonuna kadar geçen zaman diliminde, askerinin bu işi nihayetlendiremediğinin inkâr-ı gayri kabil şekilde görme idraki içinde, buna zamimetle İbrahim Paşanın Mısır askerinin muntazamlığı, pek kısa müddet zarfında isyanı sonuçlandırınca, askeri bir inkılabın yapılışı kendini şart kıldığı görülüp, kabul edildi.
Ahmed Cevdet Paşa Ne Diyor?
Yukarıda ileri sürdüğümüz hür ve müreffeh nizamın, geçen zaman zarfında nasıl örselendiğini anlatmaya misa! için, Cevdet Paşa târihinde şu mütalaayı görürüz: "..Devlet adamları, saltanatın diğer hizmetlilerinin yaptığı gibi taşralardan, akça ve bohçaları getirtip İstanbul'da süs ve ihtişama koyuldular. Bu durum ilmiye yolunda bulunanları da kapsadı. Arpalık ve maişetler ile yakınları ve akrabaları üzerine tevcih ettirmiş oldukları kaza mansıblannı (bey-i men yezid)"yolun-da siyah akça verenlere tövbe edip, ettirir olduklarından ülkenin diğer bölgelerinde yazı okuyamayan naibler ortaya çıkıp, devletin nâmışânı berbad olduğu gibi şeriat'de zedelendi. İhkak-ı hukuk emri ehemmi, tabiatıyla ayan ve derebeyi güruhundan olan, mütegaîlibe eline geçti. Ve o dönemde kapıcılık, vezirliğe ulaştıran bir rütbe-i yükselme sayıldığından mühim işler için ülkenin iç taraflarında, kapıcıbaşılığa memur oldukta herkes onu sayar vede sakınırken görüldüğü gibi bilinen ayan ve derebeyleri İstanbulda bir dal bularak kimi kapıcıbaşılık rütbesi kimi de büyük imrahor parası almış olduklarından İstanbul'dan özel bir vazife ile taşralara gönderilen kapıcıbaşıların, kadri ve haysiyeti kalmayıp, böyle mütegaîlibe güruhu her işi istedikleri gibi kesib, biçer oldular. Artık ferman-ı âlilerinin hüküm ve tesiri kalmadı. Velhasıl İstanbul'un; taşradaki işlere müdehalede bulunduğu ve suistimal etmesi hasebiyle devletin iki eli mesabesinde olan vezir ve hakimlerin (kadıların) tesir ve nüfuzu kalmayıp, taşralarda bir takım mütegaîlibe ortaya çıkmış oldu. Bu mütegallibenin, biribirlerine üstünlük sağlamak için, bünyelerinde haydudlar istihdamına giriştiler.
Dağlıoğlu eşkıyası adıyla şöhreti yakalayan bulunanlar gibi yer yer bu haydud çeteleri etrafta görülmeye başlandı.
Mütegailibe daha sonra kendi elleriyle kurdukları bu eşkiya çeteleri karşısında acziyete uğramalarından kendi kasaba ve köyleri daha doğrusu adeta bütün rumelide perişan oldu. İşin sonunda devlet adamian bu eşkiyanın kaldırılıp yok olmasını temin için harekete geçmeye mecbur kaldı. Çare olarak da bunların üzerine sevk ettikleri sergerdeler, yok etmekle vazifelendirildikten haydudlardan pek farkları bulunmadığı için, eşkiyayı yok ettikleri takdirde, sıranın kendilerine geleceği kafalarına dank ettiğinden, vazifelerini yerine getirmekten ziyade, eşkiyanın işini kolaylaştırıp, asayişin daha fazla bozulmasına hizmet ettiler. Bu olayların büyüyüp artması, adetâ bir ihtilâl havasına bürünmesi devletin maalesef büyük bir tereddüd içine düştüğünün görülmesidir. Şöyleki: Mütegalli-beden birisi hemen bir söz üzerine, fermanlı ilân edilir ve hemen üzerine asker sevk edilirirdi. Gönderilen asker buna mağlup olunca, herif hemen af olunur böylece bu adam devletin emrine uyuyorum diyerek, kendi aleyhinde bulunan kimselerden intikamını almaya başlardı. Bu vaziyet karşısında ahalinin gerek mütegallibeye, gerekse eşkiyaya mecburen yardım etme yoluna düşmüştü. Bu vaziyetin sürüp devam etmesi, nice namus ehli, dü.üst kimselerinde söz konusu mütegailibe ve eşkiyaya iltihak zorunda kalmıştır ki, büyük meseledir. Şurada göstermiş olduğumuz misallerin devletimizin avrupadaki topraklarında h. 1201/1786'dan sonra düşmüş olduğu zafiyetin çok acıklı bir numunesini ortaya koyar. Bu idare etmekten^yoksunluk, devletin bizzat eşkiya yetiştirir duruma düşmesini intaç etmişti. Yalnız suda var ki, memleketin yep yeni bir İslahat görmesine muhtaciyeti kendini pek şiddetle göstermekteydi.
Hâttâ ilk yapılacak iş olarak da, eşkiyanın ictiklâliyeti zap-tu rapt altına alınıp tenkil edilmeleri hususuna her yandan istek gelmeye başlamıştı. Mısır eyâleti, Fransız askerince tahliye edilir gibi, Fransa ve İspanya ile yeniden sulh antlaşması yapılmış olması, Rusya ve Avusturya antlaşmalarının devam etmiş olması Avrupa da umumi sulhun yakınlaşması için ayrıca bir sulh hâli sayılıyordu. Zamanı bu noktada mazur gösterecek bir söz vardı ki, oda Seyiz'in sözüdür. Milletde esasen irfan bırakilmamışki fikir hakimiyetini anlayıp yerine getire-bilsin. Bu bakımdan devam etmekte olan bir takım üzüntü verici hadiseler kötü değişikliklere iğrenç vakalara doğru gitmeye başlamıştı. İşlerin teskin edilip ortadan kaldırılması hususunda devlet adamları iki guruba bölünmüş, bir fırkası Gürcü Paşanın maiyetinde bulunan arnavutların bir miktar para vermesiyle arazisini, kendisinin cürmü yâni isyan hâli affedilerek talib olduğu Silistre valiliğinde bırakılmasını, diğer gurup ise, mevcut kuvvetler ile üzerine gidilerek, müstehak oldukları cezanın verilmesini tedbir olarak ileri sürdüler. İkinci görüş devletin şân ve nâmına uygun düşersede, gerçekleştirmeye cesaret edilememişti. Tarihi Cevdet; bu hadiselerin sonunu şöyle anlatıyor: "Eğerçi (sonunda) gaile (olay) sükunet buldu, lâkin namus-u devlet (devletin namusu) iki paralık ve de bu hâl eşkıyaya kötü bir örnek oldu.
. ,
Bazı Hususların İzahı
Bonapart-Mısır'daki beyannamenin, siyasi ehemmiyeti-Osmanlı ülkesinde hukuk-u beşer kaidesinin kısmen neşri-Misır'dan sonra Napolyon-Kodisivil-Batı ülkelerinde yeni tarz hükümet -Doğudaki Osmanlı topraklarının üzerindeki karışıklıklar- Fransa, Rusya, İngiltere, Osmanlı devleti-3. Selim hükümetini alıp ***
üren sel-Nizam-ı Cedid ve İslahat, fikri ne tip beyinler tarafından tatbik ve icra edilmek üzere bahse konu olduğunu gösterir birkaç sahife-mehtab aiemleri-devlet sırlarının ifşası-Enderuni'lerin halleri-Sultan Selim'in iptilası-İstanbul halkı-İbrahim Kethüda'nın atları-rnutfak masrafı- devlet idarecilerinin ahali hakkında iki kaidesi-taşra, vekiller, sadrazamların hâli, padişahın zihninin meşgul edilmemesi tenbihi-
3. Selim cihangir, devletin hâli neye benzerdi, ruh hâli. Merkezin (dinleri toptan kaldırma ve tahrib, memleket ve beldelerin ahalisinin mallarını, gazabla bozup dağıtma işini düzenleyen ferdlerin insaniyet usulünden ibaret olan lafzı murad-i serbestiyet sevenleriyle her şeyi mubah sayan, ahaliyi yanıltma ve ihlâl ve nev'i insanı hoş menzilesine ulaştırma) yapacak diye tefsir eyledikleri hukuk-u beşer kaide ve maddelerini Bonapart; 1213/1798'de Mısır ahalisine bir beyanname ile kısmende olsa bildirmişti. 3. Selim'in kabinesi içişlerindeki karışıklıkla ve çeşitli yerlerde, alıp giden şekavetler tesiriyle tereddüt, rengten renge giren halde olduğundan, bu beyanname mealince ilân kağıdında açık bir çatma ve tarizde bulunmuşsa da, bunun tesiri ancak, zamanın boş veya dalkavuk kafalılarca hissedilmiştir. Hâlbuki Bonapart'ın ki, Mısır'da özel bir fikir uyandıracak tesirlerin başlangıcını getirmiştir. Bonapart'ın beyannamesi siyasi bazı düşünce değişikliklerini taşımakla beraberinsan haklan hukuku kaidelerine, şiddetle temas etmiş oluyordu. Bu bakımdam, Osmanlı eyaletlerinden birinde böyle bir beyanname yayımlanması ilk defa olarak, o da bir ecnebi eliyle husule gelmiş oluyor. Ayrıca Besmele-i şerife ile işe girişme yolunu seçiyorlar. Bahse konu beyanname aynen şöyledir: "Bismillahirrahmanirra-hiym lâilahe illallah lâ velâlehü lâşerike fi mülke. Hürriyet ve müsavat esasına mebni olan cumhur-u France tarafından seraskeri kebir, emirülceyş elfranseviye Bonaparte, cem'i aha-li-i misır'a beyan ederki, pek çok vakitlerden beri sancak beyleri mısır'da saltanat sürerler, France milletine zülüm ve hakaretler yapıp tüccarların Fransız olanlarına türlü gaddarlıklar ve zorluklar çıkarırlardı. Şimdi onların son vakitleri gelmistir. Vah yazık ki bunca vakitlerden beri Abaza ve Gürcistan topraklarından getirtilmiş olan iş bu kölemenler ahalisi, bütün dünyada emsali görülmez şekilde Mısır'ı ifsad ede gelmişlerdir.
Her şeye gücü yeten âlemlerin rabbi onların mallarının enkazını ve devletlerini bir başka zamana ertelemiştir. Ey Mısırlılar; benim bu taraflara sizin dininizi yoketme kasdıyla geldiğime dair sözler duyuyorum. Bu çok açık bir yalandır. Bu sözü asla tasdik etmeyiniz. İftiracılara deyinİzkİ benim bu taraflara gelişim ancak sizin haklarınızı zalimlerin elinden alabilmek içindir. Kölemenlerin çocuklarından çok Allahû Teâlaya ibadet ve peygamberi hazreti Muhammed ile Kur'an-ı Ke-rim'e hürmet etmekte kusur etmem ve yine de onlara deyi-nizki: "Cenab-ı Allah'ın indinde herkes müsavi olup, aralarında fark aklın temyizi, fazilet ve ilim iken, Kölemen taifesinin akıl ve bilgi ile faziletle alakalı ne gibi sermayeleri vardırki, onları diğerlerinden ayırıp en âla ve güzel şeyleri onlara mahsus kıla. Nerede münbit bir arazi varsa onların, güzel atlan vede pek güzel konaklar ile etrafı güzel yerler onlara ait. Mısır; eğer onların mâlikânesiyse, Cenab-ı Hakk'ın böyie yazdığı yeri bize göstersinler. Lâkin; Cenab-ı Rabbülalemin, kullarına adil ve raufdur. Bu günden sonra Mısır'da yüksek makam ve rütbelere çıkmaya Mısır ahalisinden hiç kimse istisna kılınrnayacaktır. Artık, akıl ile ulema arasında işlerde tedbir yer alacaktır. Böylece ümmetin vaziyetini iyileştirmek mümkün olur.."
Görüldüğü gibi. Napoiyon Bonapart Mısır'da demokrasiyi okşamak yolunu seçerek eşitlik ilânı yapmada başarılı olmuştur. Bu yolla da kalbleri celp eyleme emelini taşımıştır. Bu emelin Mısırlılara duyurulması, aynı günden itibaren bu bölge Osmanlıyı vehimlere sürüklemeye başlamıştır. Napoiyon Bonapart, Mısır'dan uçarak. Fransız devletinin başına bir şahin gibi konmuş ve pençesi altında tuttuğu avına tırnaklarını geçirmişti. Fransa tarihçilerinin de aralarında ittifak ettikleri gibi, Napoiyon, Fransa'yı hükümetsiz kalmaktan korumak, inkilablara son vermek bahanesiyle eline geçen her vasıtadan istifade ederek hürriyeti sınırlamıştı. Fakat meclisi mebusanın toplanmasına buranın büyük mevkiine hürmet göstererek Kodisivil, yâni fransa kanun-i medenisini tamamlamayı çabuklaştırmıştır. Hakikaten artık avrupanın batısında yeni bir tarz hükümetin kuruluş şekli sergileniyordu. Fransa vilayetinde meydana gelen karışıklık, ihtilâller tamamen bitmiş ve merkeziyetçilik 1789 prensiplerinden yürüyerek Bonapart; yeni bir hükümetin sahibi edecek duruma kavuşmuş, yâni Fransa'da kanuna bağlı, müstebitçe bir hükümdarın ortaya çıktığı haber alınmıştı. Kodisivil, roma hukuku ile hukuk teammülerine veya tariflerine, bir de inkilabın koymuş olduğu prensiplere riayetten meydana gelmiştir. Napoiyon Bonapart; bu medeni kanun ile hem kendisini inkılabın direği olarak gösteriyor, hem de hemde hükümeti kuvvetlendirmiş oluyordu. Bu kanunun çıkarılmasıyla kanunlarda beraberlik temin olunmuş, hukuk ve intizam içinde, idareyi temin hususu yan yana gelmiş, ayrıca kendisinin mutlakiyet hareketinden hiç bir şey eksilmemişti. İhtilâl ve inkılabların meydana getirdiği iz üzerinden yürümek imkânı doğmuş oluyordu.
Bunlara karşılık, Mısır, Arabistan, Cebeli lübnan, rumeli ve hattâ anadolu alıp vermekteydi. Rumeli'de eşkiya üzerine eşkiyayı saldırtarak netids alınıyordu. Meselâ: Tîrsinklioğlu, Molla İbrahim adındaki haydudu yakalayıp idam ediyor, Veh-habiler Arabistan'ı alt-üst ettikleri sırada İngilizlerde Mısıra tecavüzkâr ayaklarını uzatıyor, Ruslar ise Cezayir-i sebâ da bulunuyor ve yerleşmeye çalışıyor, Anadoluda haydutluklar birbirini kovalıyor, paşalar birbirleriyle tutuşup, ortadan kaldırılıyordu.
Avrupa'ya gelince; burada Fransa-İngiltere rekabeti alıp yürümüştü. Napolyon Bonapart'ın şan ve şevk dolu devri başlamışidi. Napolyon Bonapart'ın imparatorluk mevkiine yükselmesi esasen siyasi vaziyeti tartışmalı olan bozukluk, bulduğu muvazene arayışında, vahim hallere sürüklenmeye yol almaktan kurtulamiyordu. Çünkü gizli güçlerin işi böyle yönlendirdiği tahmin olunuyordu. 1820 senesinde husule gelen savaşların neticesinde Viyana'nın Fransızların eline düşmesi, Österlich mütarekesiyle, Paris'te yapılan sulh antlaşmasında da, 3. Selim idaresindeki Osmanlı siyasası,'Fransa'ya yoldaşlık etmekle birlikte, Rusya ve İngilizler ile hoş geçinmeyi hedeflemekteydi. Napolyon'un yardımlarıyla ülkesinin şartlarında değişiklik, Cezayir'i sebâ meselesini hâl ettirmek gibi uygun düşünceler bulunuyordu. Fakat; iç ve dış hadiseler, Rusya'nın aniden Osmanlı hududuna hücum etmesini gerektiren vaka, Vehhabilerin, Medine'yi istila etmeleri, İngilizlerin İskenderiye'yi zapt ederek karaya çıkmaları gibi durumlara ilaveten, Sultan 3. Selim'in saltanatını tehdit edecek derecede kuvvetli diğer bir gaileyi göya gözlerden u-zak tutarmışçasma bir durumdaydı. Padişah Selim'in, beslemiş olduğu ve beslemekte de musir bulunduğu ıslah fikriyatı yüksek makamda hazırlanmaktaydı. Ne varki; Hakan, bu işlerden hangisini gerçekleştirmeye karar verip mevkii tatbike koyduysa, herbirinden vazgeçiyordu. Ancak kendisini yine de kurtaramiyordu. Biriken günahlar, kötülükler sel olmuş, zât-i şahaneyi ve onunla beraber düşünceden bir türlü tatbike konmak ihtimali olmayan İslah fikriyatı her nerede olursa olsun eksik tetkik ve mütalaa olunduğundan dolayı beraber sürüyüp, ***
ürüyordu. Kabakçı ile avanesi bu sel değildi. Bu sel halkı cahil bırakmak, ahalinin cehaleti üzerinde hüküm sürme kötülüğünü sürdürmekti. Hattâ devlet nizamına dair tezkereler meselesi hakkında tarih diyorki: "Nizam-ı cedidin gerçekleşmesine teşebbüs olunacağı sırada devlet adamları ve tanınmış kimselerin, layiha hatıralarını yazılı belirtmeleri emrolunduğundan, her biri yazdıkları lâyihaları takdim etmişti. Halbuki bir senede düzenlenmesi ortaya çıkacak olan askeri muallimlere dair bilgiyse sahih olarak meydanda yoktu.
1222/1807 yılına doğru, saltanat civan ile İstanbul durumunun ne çeşit olmuş olduğunu ortaya koyup, Cevdet Tarihinin 8. cildinin 143. sahifesinden başlayan satırlar, ileri doğru Fransa ihtilâl vakasından ondokuz, yirmi sene sonra bizde neler ortaya koymuş olduğunu anlatır. Bu yüzdende meşrutiyet fikri aranıp dururken, gözümüze ilk çarpan bu tarih levhasını okumadan, temaşa etmeden ileri doğru adım atmayı başaramayacağız. "Daha sonraları ise, enderun-u hümayunda sırkâtibi Ahmed efendi gibi, dirayetli, insan kalbini fethedecek kimseler yetişti. Ancak onlarda zamanın vükelâsı ile birlikte çağırıp bir araya getirdiler. Bunun sonunda İstanbul'da görülmedik tarz ve surette büyük ve süslü evler, sahil-haneler inşasıyla, çok fazla sefahata ve ihtişama düştüler. Babıâli çalışanları gibi vaktin sonunda evlerine gelip sabahleyin enderunu hümayuna gider ve babıâli'ye mahsus olan işleri, kendi aralarında yapar oldular." "Geceleri, mukattaat mültezimleri ve memleketeynin Kapikethüdalan gibi, rüşvetçi İnsanlar veyahud geçmişden bir takım küse lisanı ile, hem bizim sohbethanelerinde hem de evlerinde gerekse de kayıklarla mehtaba çıkıp, deniz üzerinde, bazen de hanende ve de sazendeler ile birlikte seyirlere çıkıp, iyş-ü işrete dalarak, bu âlemin verdiği sermestlikle saltanatın sırlarını başkalarına duyururlardı.
Sultan 3. Selim ise yakınlarına pek büyük itimat ve güven beslediğinden onlardan herhangi birşey saklamaz idi. Devletin ruhu sayılan sırları gizli tutulamayınca her taraftan işidilir
olurdu.1' "Hattâ bir keresinde Topkapı sarayında, gayet gizli bir meclis-i has yapılmıştı ki, kaimmakam paşa bile dahil olamamıştı. Arası çok geçmeden meclisteki müzakere sureti ve kararı aynen Paris'de basılan bir Fransız gazetesinde yayımlanınca, devlet erkânı çok büyük hayretlere gark olmuştu. İşbu enderunun büyüklerine bakarak diğer saray hizmetleri mensupları laubalice dışarı çıkıp gezerler ve dışarı İle görüşürlerdi. Halk ise, adetlerin esiri olduğundan böyle güzel olmayan davranışlar, genel bakışların karşısında pek çirkin görünürdü. Hattâ genç olanlardan bazıları, kahvehane ve oyun yerlerinde toplanan insanlarla görüldükçe, ahali bu gibi kayıtsızlık nedir? Bu kadar hamiyetsizlik ne demektir? Diye söylenmekteydi." "Sultan Selim hân; zaten gezmek ve eğlenceye eğilimli, insanlarla ülfet etmeye meraklı olduğu için, yakınlarıda onu meşguletmek için daima ortalığı seyre ve zevk-i safaya sevk ederlerdi. Ahali ise, bu çeşit eğlencelere meyyal olduğundan, İstanbul'da seyr-i safa taraftarları çoğaldı. Boğaz içi seyirci kayıklarıyla dolmuştu. Geceleri mehtab eğlenceleri Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış, Çırağan sohbetlerine üstün geldi. Şiire ve musikiye pek vurgun olan ve rağbet gösteren padişahın yanı zarifler ve şairlerle doldu. Müzik ilmine ise istekliler pek de çoğaldı." Elhasıl, Rus elçisi gailesi bertaraf olunduktan sonra zamanın şekli 2. Seiim devrinin bir misali gibiydi. İstanbul ve Kâğıthane ve boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyirciler ile dopdolu hale gelmişti. Ehi-i zevk, üzüntüleri ve kederleri bir kenara atarak korkusuzca gündüzün bu gibi cayi ferah fezalarda gezer ve yaz geceleri kayıklara binip, hanende ve sazendelerde mehtabı görmeğe giderdi. Kış gecelerinde helva sohbetlerinde tatlı tatlı muhabbet eder oldular.." "Atabekân-ı saltanat bu halde dahi nizamı ve ıslahatı düzenleyip tamamlamaktan geri kalmadılar. Zorluklardan ürkmeyip, korkuya düşmediler. Lâkin nizamı cedidisini kendine çekip mal biriktirmeyi vesile edip, bir taraftan kendilerinin liva ekleri ve yakınlarını çoğaltıp, servet ve zenginlik kazandılar. Ancak, büyük israflara ve gösterişe düşdü-[er. Hattâ İbrahim Kethüdada bir gün birisine bir at verip: •'Tavlada altmış atım kaldı. Bundan sonra babam mezardan çıksa ve bir at istese vermem dediği ve ayda mutfağına elli-bin kuruş yetmediği ve sırkâtibi ile valide kethüdasının serveti ise, her türlü tahminin dışındaydı. Tarihi Asımda da, yazılıdır ki; "o vaktin 50bin kuruşu, bu dönemin hesabıyla 340 bin kuruş sağ akça demektir. Bu kadar mutfak masrafı yapabilmek doğrusu büyük sefahattir. Ne çare ki nizamı cedid taraftan olanların çoğu, saltanat sahibinin aleyhine döndü. Paraların bozuk ayarı ve yeni vergilerin konmasından dola\ı, erzak ve eşya fiatları çok yükseldi. Bir taraftan gösteriş ve sefahatin artışı, herkesin masrafının artmasına sebebiyet verdi. Çünkü; birbirleriyle yarışır oldular, bu yüzden de sıkıntıya duçar oldular. Ahalinin içine düşmüş olduğu sıkıntı vekillere anlatıldıysa da, bunlar dinlediklerini pek ehemmiyeti hâiz görmediler. Kimisi de: "Tamamı halkı işgalle bundan güzel vesile olmaz, iaşeleri gailesine düşenler, devlet işlerine karışmasınlar." Diyorlar, kimi de: "Bu belde zenginler belde-sidir. Buraya; fukara kısmı yakışmaz ve devlet malının arkasında müflis güruhu sığışmaz." Şeklinde cevap verirlerdi. Taşralarda yeni vergiler ve gümrük rüsumları konmuş olduğundan, ahali zaten ağırlık altında iken bunlara tabiiki şikayetçi oldu. Ne varki; bu şikayetlerin bir faydası görülmüyordu. Çünkü; Nizam-ı cedide bağlı şikayetler asla kaale alınmazdı. Kaldıki, vükelâdan her biri, padişah yakınlarından birine merbut olup, hepsi de birbirleriyle iltisaklı yâni bir şebeke gibiidiler. İçeriyi ve dışarıyı kuşatıp istilâ etmiş olduklarından onların kulağına uğramadıkça ve haberleri olmadıkça padişahın kendisine bir şey ulaştırmak asla kabil olamazdı.
Onların reyleri ve iştirakleri olmadıkça her hangi bir işin netice vermesi asla beklenmemeliydi. Sadrazamlar bile bu iki gurup devleti sarmış bulunan kimselerden dilgir olup, azil edilecek korkusunu duyar, sadaretin bir kuru unvan olduğu inancıyla iktifa ederek, içinden de bu saltanatın sözde koruyucularından aynen ahafi gibi kinlenerek nefret ederdi. Bunun yüzünden Sultan 3. Selim hânda bu aleme dair başka yerlerden haber alamadığından gerçek malumat için icab et-tikçede bu yakınlarından İstifade etmek isterdi. Onlarda, geçmiş zamana atıf yaparak icab ettikçe ahalinin üzerinde bazı tekliflerini ileri sürüp, yakın dönemde nizamı cedid maddesi tamamlanıp da, devlete kuvvet gelerek, ahalide rahata erer şeklinde güzel sonlara gidileceğini beyan ederlerdi. Padişahın mizacı; pek büyük nezaketi taşıdığından, az şey bile onu çok üzdüğünden, diğer taraftanda valide sultan hazretleri işleri yapmaya padişahın iktidarı yeterli olmasın diye zor hususlar ortaya çıktığında, bütün vekiller işe bir şekil verilip-de, padişah tarafına izah edilerek, onun zihninin işgal edilmemesi, gerek sadrazamlara, gerekse.diğerlerine tenbih ve tavsiye ederdi. İşler ise, günden güne sarpa sarmaktaydı. Halk hakkında, ilk önce düşmanlıkları artmakta, sonu endişe verecek olan tarafa dahi sonu kârlı bitsin derdik: Şah vakıf gerekdir ahvale Vükelâya kalırsa vah hale Beyitini tekrar etmekteydik. Bu levha 3. Selim'in hükümeti nehalde bırakmış olduğunu pek güzel anlatır. Hakikaten 1. Abdülhamid gibi, harp içinde değildiyse de, ondan daha beter olan anarşi her tarafa yayılmıştı. Öte taraftan bu devirde nasıl ciddi bir fikir İslah edilebilirdik!, 3. Sultan Mustafa'nın Sultan 3. Selim'in rahm-i madere düştüğünü hesab ederek yaptığı zayiçe üzerine hekimbaşının saatin milini çevirerek uygun vakte getirdiği dakikada doğmasından dolayı, cihangir olacağı kulağına fısıldanmış ve buna bağlı olarak, nizam-i cedid harekâtına dönem vermiş olduğu tarihlerimizde yazılıdır. İstanbulda, Anadoluda meydana getirdiği topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari askeri için, Cevdet paşa merhum: "O dönemlerde devletin hali, sifah kullanmadığı halde, güzel silahlarla odasını süsleyen nâzik çelebilerin haline benzerdi." Diyorki, Osmanlı hükümetinin avrupada olan inkilapdan, kendince elde ettiği, fayda veya tesir eden hislerin sonucudur fakat İstanbul'da bu tarihte de, frenk taklitçiliği piyasa bulduğu, yâni cennetmekân'ın avrupada ilmi ilerlemenin ve sanayiin, ilerlemekte olan medeniyesine tam bir eğilim sahibi olduğu hakkında gıyabında isnad olunan özel gayeden bambaşka rağbeti bulunduğu muhakkaktır. Hattâ Paşa merhum diyorki: "ve bir de nİzamat-ı cedide münasebetiylede avrupadan öğretmen ve mühendis getirtilmesi icab edip, böylece askerlerin avrupa usûlü tâlimedair emir verildiği halde 3. Selİm'de zaten bu tarza alaka duymuş olduğundan, İstanbul'da medeniyetin levazımından olan birçok avrupavâri hususlar, nice alafrangaya bağlı işlerde ortayaçıktı. Adetlerin ve usullerin değişmesi zaten insana güç gelip, saltanat koruyucuları ve iieri gelen memurlarda haddi aşarak büsbütün alafrangalığa kapıldılar. Ve de; lüzumlu, lüzumsuz herhususta avrupa usullerine uyan davranışlara daldılar. Bu aşırı davranışlardan ür-küpde böyle yapanları tekfire başladılar. Böylece de ifrat, tefriti davet kaidesince büsbütünde tefrit yâni eksi aşırılık yolunu tuttular. "El hikmete zaletelmü'min ehazeha İnnema ve cedeha" mazmununu inkâr*edercesine ve bir takım güzel davranışlardan dahi sırf alafrangadır diyerek taassub yolunun taa ucuna kadar gittiler. İşte bu sırada İstanbul'da, küfre ve zındıklığa giden düşünce neşvünema buldu. Şöyleki:
"Sultan 3. Selim hazretleri cihangirane sevdası taşıdığından yakınlanda ona uyarak birinin yerine geçme manzumesinden ve kimi cifir hesabını Şeyhi Ekber'den kimisi de, ehli keşif ve kerâmetie mânaiar nakil ederek devletin toparlayıcısı olduğunu huzuru hümayunda söylerlerdi. Kabakçı vakası ve Alemdar Paşa eliyle, Sultan 2. Mahmud'a intikal eden devlet işleri, böyle bir ruh hali içinde idare edilmişti. Bu hu-susiarda en dikkat çekici vaziyetin avrupa düşüncesi ve eserleri bu döneme kadar büyük Çin Şeddi ile kuşatılmış bir heyet gibi durum gösteren payitahtın, bilhassa Fransız tesiri altına girmesinin arzu edilircesine açık bırakılmış olmasıdır. Gayet tabiidirki, bir zamanlar padişahın yanında pek makbul bir mevki sahibi oian Fransız sefiri Sebastiyani'ninde, Napol-yon Bonapart ve 3. Selİm'in haberleşmelerinin tesirleri de, unutulmamalıdır. Avrupayi sarsan komiteci fikirlerin kökten uyanışını temine yarayan inkilab olayının, Osmanlı sosyal hayatında mevcud olan korunma şeddini aşmağa çalışan büyük dalgalar sayıldığı, geçen zamandan daha büyük bir tarihi şahid bulunamaz. İnsanın yaradılış bakımından adalet arayıcı bir varlık olduğu nazara alındığında bağlanmış olduğu esaret zincirlerinin her bir halkasını gerek uykuda gerekse müteyakkız olduğu halde zamanın kemirmek istidadı taşıdığını başka sosyal bir hayatın hürriyeti istirdat ve eşitlik mev-zuundada ortaya koydukları hadiseierdeki tarafı bu benzetme isbat eder. .
Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri
(Osmanlı devletinde küçük devletlere bölünme- 3. Se-lim'İn tahtı terki ve ahali-Osmanlı devletinin çöküşünün ev-veli-Aîerndar Paşanın Kuvveti ve nazarı ile sened-i ittifak ve bunun menfî durumu-Fatih Camiinde Şûrâ-i Ümmet veya Mec!is-i umumî toplantısı-Sultan Mahmud'un Millete müracaatı vede bu husustaki hattıhümayunun bir bölümü-İç ihtilal ve karışılıkların çeşitlerine İki amil:
îstibdad fikriyle sosyal hayatımızdaki gayrimuntazam maneviyat. Tarihimizi derin bir tetkik süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, ortaya bütün ağırlığıyla çıkacak olan hususların basındaki maddenin çöküş dönemine girmiş bulunan Osmanlı devletinde tahta çıkışlarda olsun, meselelerin vahamet gösterdiği sıralarda olsun "devletin ahvalinde İslahat" şeklinde sözlerin bizzat padişahın dudaklarından dökülmesi adetten olmuştu. Moda olarak da nitelendirilebilecek olan bu ifade, devlet idaresinin tersliği hususlarından pek şikayetçi ahalinin indinde büyük ümidler belirmesine yol açardı. Ahali mezkûr ifadeyi, devletin düzeltilen idaresinin kendi bozulan düzeninı-de iyiye ***
üreceği şeklinde telakki ederdi. Halbuki milletin durumu iyileştirilmedİkçe, devletin düzeltilmesi nasıl mümkün olabilirki? Devlet ve milletin varlığından meydana gelen muazzam heyet, birbirlerini meydana getiren siyasi şekilden başka bir şey değildirki. 3. Seiim; devlet nizamını daha evve! başlamış bulunan istikamette güzel tedbirler yetersizliği sebebiyle yürütememiş, ülke onun tahttan ayrıiışıyla birlikte bir anarşi girdabına varmişidi.
Sultan 2. Mahmud tahta çıktığı vakit karşısında olan kimselerin bazıları şunlardı: Rumeli taraflarında; Sirozlu İsmail, Anadolu da, ayan ül ayan lakabıyla iftihar eden Bozok mutasarrıfı Cebbarzâde Süleyman beylerle, Saruhan mutasarrıfı Kara Osmanoğlu Ömer ağa'yı, Bilecik ve civarında Kalyoncu Mustafa adlı şahıs ve bunlardan başka bir takım ayan ve sülalelerin adeta, birer küçük beylik, hâttâ müstakil devletçikler halinde olduklarını gözlemişti. Bu tablonun sebebide. devleti Osmaniye'nin adalet dağıtışında ve idare tarzında içine düştüğü ve uzun zamanalan rehavet ve ataletinin neticesindendi.
3. Selim; üzerine almış olduğu devlet idaresini Abdülha-rnid-i evvelin kendisine yadigâr ettiği devirden daha karışik ve şımarık bir hâie gelmiş ahaliyle birlikte dağınık bir manzarayı 4. Mustafa'ya bırakmış oluyordu. Bu vaziyet ise, Osmanlı devletinin şeklen çökme dönemine girmiş olması demekti. Bereket versin; Sultan 2. Mahmud, yukarıda adlarını saydığımız müstakil devletçikler yolunda yürüyenlerle kendisine, padişahlık, şahsınada vezaretiuzmayı alan Alemdar Mustafa Paşa tesirini, pek fazlasıyla hesapladığından ağırlık Alemdar'dan yana gözüktü. Bu vaziyet karşısında her iki tarafı da kısa zamanda ortadan kaldırma suretiyle, lâzım gelen mutlakiyet idaresini temini mümküne, muvvaffak olacağını idrak etti. Tesbitini, bu işin halline kadar, ülkenin üç farklı gücün idaresinde olacağı istikametinde yaptı. Ne varki bu üçlünün yalnız başına bir fayda-imillet teşkil etmesi muhaldi. Çünkü üçünün de halet~i ruhiyesi ve elde ettikleri zihniyet ve irfanın derecesi hiç bir delile lüzum göstermeyecek kadar, malum ve bellidir. Bunların birincisini teşkil eden Sultan 2. Mahmudjzamanın terakkisinden medeniye-i ilmiyeden nasib sahibi idiyse de, hükümdarlığının vazifeleri ve selahiyetleri hakkından bilgi ve tahsil sahibi olmadığı gibi, diğer ikisi ise, eşkiyalıktan azıpta, türeyen paşa, bey ve ağadan ibaret kimselerdi. Dolaysıyla bunların arasında her yönüyle fazileti, İdareye uygun olan İslahat fikri, boğazlanacak zayıf bir kurbandan başka bir şey olamayacaktı.
Sened-i İttifak'ın yapılması ve mühürlenmesi, Osmanlıyı sarmakta olan ellerin nerelere kadar uzandığını, mutlakiyet idaresini bir kere daha esasından ne tarz da zayıflatmış oidu-ğunun hikayesini aşağıda tafsilatlı olarak sunalım: "Maksad, hanedanve ayan denilen cabbarların itaat altına alınması idi. Büyükçe bir kuvvetin sahibi olduğu herkes tarafından görülüp ve kabuîedilen Alemdar Mustafa'nın İstanbul'da meşve-ret-i amme yapmak için kendi tarafından Cebbarzâde'ye> Kara Osmanoğluna, Sirozlu İsmail bey'e, Çerman mutasarrıfına, Kalyoncu Mustafa'ya hatta da Şile ayanı Ahmed gibi, diqer ayan ve ağa'lara birer davet mektubu gönderdi. Sadrazamın gönderdiği bu davetname netice verdi. Beğenmediğimiz Kalyoncu Mustafa, beşbin askerle gelerek Çırpıcı çayırına indi. Cebbarzâde ile Kara Osmanzâde hemen hareket ettiler. Sirozi İsmail bey'de onikibin askerle gelerek Davutpa-şa'da mevkii tuttu. Tarihlerin bize naklettiğine göre; bu müte-aallibenîn davete uyarak gelmeleri, padişaha değil, Alemdar Mustafa Paşa'nın sözü karşısında gösterdikleri itimat! sergiliyordu. Devlet adamlarının; böyle bir meşveret-i amme meclisi gerçekleştirmeleri maksadına gelince
Toplanması temin olunan meclise, 2. Mahmud tarafından ulaştırılan hatt-ı hümayunda, Rusların Osmanlı topraklarını e!e geçirebilmek için sergilediği azmi, büyük çabayı da hikaye ettikten sonra, milletin istişare hakkına riayet ve alacağı karan başıüstüne koyma anlayışı içinde diyorki: "..Hülasa-i kelâm, ümmeti merhume-i muvahhidin, cihad ile imdada ve ululemre inkıyad ileme'mur olub, seİli seyf-i nebevi ile harekât-ı hümayunum mutazammındır. Cilema-i islâm ve yed-i ocağım, rical-i devletim Fatih Sultan Mehmed hân gazi hz. lerinin camii şerifinde akd-i meclis-İ meşveret ve nifak-ı âmiz harekâtdan ari olarak, hasbetenlillah-i teâla, müzakereye
Zamanı idarenin günahlarını büyüterek, harici ve dahili kavgaların gittikçe çoğalmasını temin eden olayların meydana gelmesinden geri durmayacağı cihetle Sultan 2. Mahmud biraz sonra senedi ittifakta imzası bulunmayan nice derebeyleri, ayanın kıyamı karşısında kaldı. Arnavutlukta Tepedelen-li Ali paşa, Suriye'de Genç Yusuf paşa, Mısır'da Kavaali Mehmed Ali paşa, Babantaraflarında Abdurrahman paşa, üç kıta üzerindeki hakimiyetini dört taraftan sarsıyorlardı. Sultan Mahmud'da yeniçerinin varlığından uğrayacağı zararları kendine ait tecrübelerle anlama işinde bilhassa, 3. Selim'in nizamını tatbik etmeye eğilimi görünmüşse de, sekban askeri teşkilatı gibi nakis ve yeniçeriliği azdırıcı bir teşebbüsden ileri gidememişti. Osmanlı Tarihi adlı eserimde 1225/1810 yıllarına ait bir ifademizde demişdik ki: "İki âmil vardır ki, mensubu olduğumuz içtimai çevreninde mevcut hâle gelmesinde kurunu vusta yâni, orta çağ düşüncesi, harp arayışına göre; yükseltmiş, büyütmüş, küçültmüş, cahil, menkub ve-mağlub bıraktığı görülmüştür. Bunların biri, istibdad fikridir. Padişah, bendegân, mukarribin, nedima, nisvan, rical ve ulema, diğeri milletin maneviyatındaki gayrı muntazamlık; cahillik, taassubat, her istibdada karşı duyulan zorbalık, şaka-vet ve istiklâle ait his, derebeyliği saikleri idi. Bu iki eski can düşmanı eski bir terbiyenin eski bir müessirin, padişah ve kul adlarına koyduğu rabıta ile, yekdiğerini kaldırıp kendine çekiyor. Padişah, bütün ülkeye malı, insanlara kulu gibi bakıyor, milletse, bütün ülkenin padişahın aidiyetine, kendi ab-diyyetine kail olmak ile birlikte, en kaba insaniyetin bile kabaracağı, tahakkümsü halinden usanarak, arada sırada kendisi de mütehakkim olmak istiyor, kanun koyucu bu kaldırma veya cezbetme değişikliliğinde, bir hazırlama mekanizması gibi duruyor, bir cünbüş içinde, idam, sürgün, müsadere, azil, tehdid, af, lütuf, terfi yapıldığı gibi, günlerce,- aylarca, sabr-u teenni, bila havf yâni korkusuzca ince entrikalar hazırlanması, fırsat aramak, nifak çıkarmak, dincede mukaddes olan kaide ve şartlarından menfaat temini aramak, dinin hükümlerinin salime ve selimesini, taarruza kıyam aleti seçmek, Örf adet, teamül gibi o cemiyete mahsus yeniliklerin, aleyhine saldırmak, karanlıkta alınan bir terbiye ile üç kıtaya yayılan çeşitli kavim ve miraçlardan meydana gelen bir ne-yetide, kendi idrâkine göre ayırıp çevirmek istemek, bilhassa harb tali'inin kendi tali'ini kutlu ve bahtsız bilerek nefsini, bütün milletin üstünde bilmek, bütün bu şeylere tahammül ettirmeği hakimiyet usulü ve padişahlık tanımak, tanıtacak vasıtalar kullanmak icad etmek, velhasıl bütün bu yıldırımların te'siri, nüfuzu, kuvveti, yardımı ile aşağılı, yukarılı değişikliklere maruz idare şeklini düzeltmeğe uğraşmak ve bununla beraber dıştan gelecek ihtiras dalgalarına ve ecnebilerin istir-kabina karşı, savunmada bulunma ümidinde olunuyordu. İşte bu bilemeyîş devam ettikçe, Osmanlılık kuzey, doğu, güney ve batı hududiarından ağır ağır çekilen, koyulaşan ve zaman geçtikçe merkeze doğru'toplanan bir mayi gibi her işten elinide ayağını da çeken oluyordu. Siyasetin iki yüzlü oluşu, menfaat takibi olduğundandır. Bütün avrupa bizi zayıf görüyor. Yine zayıf gördürmeye çalışıyordu. MiIİet'te irfan ve ka-biliyet-i ilmiye kalmamıştı. Rusya ile ona bağlı olanlar, Avusturya, İngiltere, Fransa, hattâ hem din vehemhal olduğu halde iran, böyle büyük bir hükümeti kesin kes sarsan tertible-rin ve darbe-i hükümetin seyircisi değil, oyuncusu oynatıcısı olmuşlardı. Ruslar; Sırbiye ile Mora'da hileli, sihir değneklerine taktıkları istiklâl şeklini; perde de gezdirmeğe hacet görmüyorlar, kavmiyet poltikası kendi politikalarına aykırı olsa-dahi bizimsahalarda Bulgarlara, Ulahlara. Rum unsurlara gösteriyordu. Biz bunlara isyan diyorduk. Hayır değil; başşehirden uzakça bir yerlerde kopub da, daha sonrada cümle kapısından girecek emaret-i ihtilâl ve devlet içinde büyük bir çöküş alametidir. Padişahda;yer yer, kıt'a kıt'a, kavim kavim hor görülüyordu, tşte fransa ihtilâlinden vaka-i hayriye'ye kadar devam edenotuzsekiz sene zarfında Osmanlı hükümeti daha da gerilemek ve kokuşmaya pek çok yaklaşmaktan gayri bir hareket gösterememiştir ve Mora meselesi doiay-sıyla da meydana gelen devletler müdehalesi karıştırıcı ve şaşırtıcıbir parmaktı! Bu parmakda, henüz boğazımız üzerinde dolaşmaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar geçenza-man içindeki kanunsuzluk ve anarşinin şekli-Rus talebleride yavaş yavaş Osmanlı haritası üzerinde beliriyor.
Mapolyon: Moskova, Brezinadan sonra- Sultan 2. Mah-mud'un çevresi-Padişah iki kutup arasında: Enderun ve Birun, Halet efendi devri-Sened-i İttifak hazırlayıcılarından Ra-miz Paşanın idamı-Devlet; İslahı, sürgün ve idam fiillerinde, tedhiş politikasında arıyor-Viyana kongresi, milliyet politikası, mütegallibenin yok edilme siyaseti, Sultan 2. Mahmud Halet efendi nin manevi tesirinde mağlup kalıyor, vükelâ-i devlet, ülke coğrafyasını bilmiyorlar-Ata, arabaya izinsiz bi-nilemiyor-Yobaz ihtilâli, şeyhülislâm olmak için bir kaç beyaz kılkâfi-Yangınlara karşı, efradın kanun kesİlmesi-Devlet, cumhuriyet hayatını yaşayan cemiyetlerden korkuyor-Erme-nilerin patırdısı-Devletteki zayıflamaya dair hal ve durum-Rum patriği ve metropolidi'nin idamları-Benderli Ali paşa'nın idamı-Halk sadnazama uyuyor, İstanbulda reaya katli, cerhi, takım takım yağmacıların çıkışı, Halet efendinin;idam olunarak katli nazariyesi-Sübyan çocukların öğretimi hakkında ferman. Sultan 2. Mahmud'un tahta geçişini gösteren 1223/1807 senesi sonrasında yeniçerinin kaldırılması diğer bir ismi vaka-i hayrİye'ye kadar geçen 18 sene zarfında, yâni 1241/1826 tarihine ulaşan zaman diliminde de, gerek istanbul'da gerekse taşra'dahusule gelen karışıklık ve ihtilâller yanında birde, dikkat çekici olması gereken bir çeşit vardı kî, bunların tamamı kanunsuzluklardan ve anarşiden çıkmasıydı. Yine her biri ayrı tarz mutlakiyet düşüncesi ve fikriyatına ait ruhiyatı, idareye yerleştirmeye bunların fesatlarına delalet etmekteydi.ikinci Mahmud Biyografisi 2