2011-06-10 02:19
Sultanlar / Padişahların Biyografileri / Fatih Sultan Mehmed Han Biyografisi 3
Fatih Sultan Mehmed Han Biyografisi 3
İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!
Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olmasının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâinatı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bizans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlanmıştır.
Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" demek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladığı istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin müfredat bakımından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni ettiğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taarruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimizin alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal ettiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kutlamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.
Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılında Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlıca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığında gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bilerek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milletimiz içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhumun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığımız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevaplan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulunmuştur.
Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği görevinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imzalayarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konmasını istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500. yıldönümü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışacağımız iddiaların çürütülmesi babında istifade olunması, yazarın seçimi ve merhum valinin teşvik ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitirmiş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Nahid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası hocası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yaparak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük iddiaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayrete gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhumun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyurmuş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını vermeyi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid merhumun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım takip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dönemin insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sahibi tarihçilerin, öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ederek, bu müthiş olayın günlüğünü yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bizans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven müverrihlere de başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin yapılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tetkikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunuyor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman zaman ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yavelerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada buna dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere mantık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla temas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiasının mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulunan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin şaşırmasına ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesinin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendinin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.
Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı meselesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yapma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş olmasıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılardan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtırdığını okuyoruz.
Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nitekim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin savunmasına bırakılmıştı.
Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir huruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birliklerine büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabiatıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş eserinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkında yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında ve vukufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde edecek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek zemininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacaktı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu hayaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulunanlar arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en geniş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile bir mizansen olarak uydurulduğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye başladığımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ulaşabiliriz.
Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırmanın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:
"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir zafer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere maalesef inanmışlardır."
İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yalnız kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu gazetenin veya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini hemen kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb eder.
Jan Jüstinyâni
Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahramanın varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzenlemişti bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı toplar karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ulaşacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre girildi.
Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yardıma sahip değillerdi.
Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda değildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten sonra, düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarihçiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil; kurşun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermisiyle yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamlarından biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür demektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinyani'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.
Bizans'a Yardım
Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muavenet etmediği sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi limanlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenlemişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına koşacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı hazırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında değildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecekti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetihler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.
Edirne'de Olanlar
Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Anadolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini toplamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştığında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, kimileri ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o günlerde, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerinde en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun beyanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç arasındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan miktardan farklı bir rakam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek tüccarlar olduğudur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış yıllık bir maziye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcudu vardı bunu bir gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmiyor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetlerinin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlığın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sayılar İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.
Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcudundan kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle mütercim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini yeniçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud başıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Osmanlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağlubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.
Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerinden biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati anlamazlıktan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genellikle aileler (şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının tercihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karışmadıklarından, vaftiz gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ganimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiyle, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançerinin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bizans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. Ancak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürüyor "bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bunu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedilecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:
"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıldı. Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunmasıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahipleri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine inananlar içlerinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacılar sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl yağmalayacağını düşünenlerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Muharebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna amansız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek olduğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığımızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığımız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duymamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.
Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla savaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyaletlerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre koşuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün başında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Önlerinde bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaassıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden değildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sahifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları yanında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavimlerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerinden, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuklarını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üstüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş olmasıdır.
Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı boyu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi dolu ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bunun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtirazında bulunacağından müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir beldenin asırlar sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresinin sonucu olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç aklımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dünya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulunduğunu söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte olduğunu hep beraber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağılmış olan şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanlarının Bizans'da kendilerine temin ettiği ajanlarla bu göz korkutucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst etmekteydi. Top barutunun keşfi, küçük ve büyük çapda silahların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını değiştirmeye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu harikulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve harp sanatının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine güvenerek, bırakmış bulunuyordu."
Çirkin İftira
Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de denilen büyük ve müthiş bir topun döküldüğü öğrenildi.
O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığması zor bu topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İstanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın kendisine koyduğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok büyük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Padişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinleme yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed büyük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıyla meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş olsa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında fazla bilgisi olmadığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunları kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul edilmelidir.
Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda işleri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesinde yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir toplantıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin haritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan hücuma en uygun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla destekledikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası yakıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balıkesir'imizin pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğundan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları bir kitab ile bu iddianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat olduğunu ispatlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam edelim:
Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp almayacaklarını da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmekten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış denemelerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.
Top Devrinin Milâdı
Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettirdiği ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçiler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifadesiyle naklediyor:
"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdığına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri kadar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bunun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma zamanlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 metre, 40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.
Top'ün Denenmesi
Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir mekân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada denemeyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolunu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün arttığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu deneme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı mahallelerinde meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlanmaktadır.
İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin ölçümünü yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mermer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kantar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayısıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar olması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neticenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000 makul görünüyor. Aziz okurlarım; Şulomberje eserinin 63. sahifesinde "İstanbul'un muhasarasına iştirak edenlerden biri olan Midillili Piskopos Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu tarafından fırlatılan surların üstünden aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına düştüm diyor. 88 pûs çevresi, ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." diye nakilde bulunuyor.
Edirne'den Çıkış
1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine ancak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçeceği yolları düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift Yasak kelimele başlayan söz konusu topuçekme ameliyesi için 150 çift Yasak kelimeün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomberje mazide kalmış hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini alamamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor, ctemekte ki:
"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kaynaklar bu yolculukta kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli zaman taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapılan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir husus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trakya sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerinde bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sahnelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünüzün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyretmeğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâlinde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kalabalık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu bölgelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükleri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce ahalinin müthiş velvelesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, trampetlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için tahayyül ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadisinde sol bölümde, tepe üzerinde bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bizans dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının ordugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıldırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun tamamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını tellâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişahın emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Ordunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuvvetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordugâhının sağ tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada yayılmışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velveleleri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz beldenin etrafında biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması olarak da kendini gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma daha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi.
Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un kaleme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir misâli zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit körfezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahallin adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böylece yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:
"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil boyunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve zavallı Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belirtiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldırım Bayezid'in inşa ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi bir muaveneti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kurmuştu.
Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsilatıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim:
Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıların girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında takvimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karadeniz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli gemiler gelip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada tarihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden gelen gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gülleler getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonilatoluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.
Otag-I Hümayün'da Neler Var?
Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çeşitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu. İstanbul'a yardıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilirlerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların hemen hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye sokuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: " Kritivulos târihinde şöyle devam etmekte:
Hakikaten düşünce plânına alınan bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma daha çabuk katılmasını sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri birliklerin başında Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya Türklerinin imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le birlikte, tecrübe ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri işbirliği şâyan-ı hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başlayarak, Topkapı yaldızlı kapıdan, taa Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine kadar muhasara etmekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje şöyle devam etmektedir:
"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde geçen Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.
Donanmaya Engel Zincir
Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve savunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şiddetli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri ancak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.
Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bizans'ın uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans muhasaraya maruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri sayesinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e girebilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağmen, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafından Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet bulamadılar..."
Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merhaleyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücadelesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fevkalâdeliklerini anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
Diyen Kritivulos, kalıbın nasıl yapıldığını anlatmaktan da kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son vermeden, mübalağa sanatından bir örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz tarihçi Piyers'den alıntilıdığını nakledelim ve biraz da, deniz de olmazsa karada yüzen gemiler bölümüne geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemilerle son verelim.
Piyers'in ifadatı: Her nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada ancak dikkat çekmek istediği bana kalırsa, Sultan Mehmed'in ordusunun mücahidleri okçuların kudretini işaret ettiğidir.
Haliç Ağzındaki Tedbir!
Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir padişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, inananlar ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulomberje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin aralarında üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırgası diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadırgalar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyorduk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde aralarında irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden faydalı idiler," Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergiliyor.
Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördükten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.
12/Nisan Bombardımanı
Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut toplarını Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ecdadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satırlarını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.
Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgı
Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olmasının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâinatı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bizans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlanmıştır.
Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" demek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladığı istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin müfredat bakımından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni ettiğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taarruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimizin alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal ettiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kutlamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.
Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılında Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlıca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığında gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bilerek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milletimiz içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhumun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığımız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevaplan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulunmuştur.
Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği görevinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imzalayarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konmasını istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500. yıldönümü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışacağımız iddiaların çürütülmesi babında istifade olunması, yazarın seçimi ve merhum valinin teşvik ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitirmiş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Nahid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası hocası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yaparak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük iddiaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayrete gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhumun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyurmuş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını vermeyi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid merhumun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım takip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dönemin insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sahibi tarihçilerin, öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ederek, bu müthiş olayın günlüğünü yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bizans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven müverrihlere de başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin yapılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tetkikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunuyor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman zaman ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yavelerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada buna dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere mantık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla temas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiasının mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulunan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin şaşırmasına ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesinin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendinin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.
Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı meselesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yapma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş olmasıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılardan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtırdığını okuyoruz.
Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nitekim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin savunmasına bırakılmıştı.
Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir huruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birliklerine büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabiatıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş eserinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkında yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında ve vukufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde edecek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek zemininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacaktı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu hayaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulunanlar arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en geniş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile bir mizansen olarak uydurulduğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye başladığımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ulaşabiliriz.
Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırmanın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:
"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir zafer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere maalesef inanmışlardır."
İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yalnız kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu gazetenin veya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini hemen kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb eder.
Jan Jüstinyâni
Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahramanın varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzenlemişti bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı toplar karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ulaşacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre girildi.
Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yardıma sahip değillerdi.
Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda değildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten sonra, düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarihçiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil; kurşun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermisiyle yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamlarından biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür demektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinyani'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.
Bizans'a Yardım
Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muavenet etmediği sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi limanlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenlemişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına koşacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı hazırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında değildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecekti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetihler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.
Edirne'de Olanlar
Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Anadolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini toplamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştığında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, kimileri ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o günlerde, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerinde en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun beyanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç arasındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan miktardan farklı bir rakam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek tüccarlar olduğudur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış yıllık bir maziye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcudu vardı bunu bir gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmiyor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetlerinin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlığın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sayılar İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.
Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcudundan kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle mütercim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini yeniçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud başıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Osmanlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağlubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.
Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerinden biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati anlamazlıktan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genellikle aileler (şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının tercihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karışmadıklarından, vaftiz gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ganimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiyle, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançerinin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bizans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. Ancak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürüyor "bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bunu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedilecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:
"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıldı. Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunmasıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahipleri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine inananlar içlerinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacılar sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl yağmalayacağını düşünenlerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Muharebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna amansız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek olduğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığımızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığımız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duymamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.
Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla savaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyaletlerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre koşuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün başında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Önlerinde bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaassıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden değildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sahifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları yanında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavimlerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerinden, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuklarını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üstüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş olmasıdır.
Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı boyu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi dolu ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bunun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtirazında bulunacağından müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir beldenin asırlar sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresinin sonucu olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç aklımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dünya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulunduğunu söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte olduğunu hep beraber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağılmış olan şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanlarının Bizans'da kendilerine temin ettiği ajanlarla bu göz korkutucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst etmekteydi. Top barutunun keşfi, küçük ve büyük çapda silahların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını değiştirmeye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu harikulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve harp sanatının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine güvenerek, bırakmış bulunuyordu."
Çirkin İftira
Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de
O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığması zor bu topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İstanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın kendisine koyduğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok büyük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Padişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinleme yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed büyük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıyla meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş olsa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında fazla bilgisi olmadığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunları kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul edilmelidir.
Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda işleri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesinde yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir toplantıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin haritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan hücuma en uygun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla destekledikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası yakıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balıkesir'imizin pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğundan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları bir kitab ile bu iddianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat olduğunu ispatlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam edelim:
Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp almayacaklarını da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmekten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış denemelerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.
Top Devrinin Milâdı
Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettirdiği ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçiler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifadesiyle naklediyor:
"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdığına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri kadar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bunun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma zamanlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 metre, 40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.
Top'ün Denenmesi
Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir mekân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada denemeyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolunu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün arttığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu deneme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı mahallelerinde meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlanmaktadır.
İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin ölçümünü yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mermer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kantar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayısıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar olması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neticenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000
Edirne'den Çıkış
1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine ancak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçeceği yolları düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift Yasak kelimele başlayan söz konusu topuçekme ameliyesi için 150 çift Yasak kelimeün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomberje mazide kalmış hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini alamamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor, ctemekte ki:
"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kaynaklar bu yolculukta kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli zaman taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapılan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir husus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trakya sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerinde bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sahnelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünüzün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyretmeğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâlinde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kalabalık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu bölgelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükleri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce ahalinin müthiş velvelesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, trampetlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için tahayyül ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadisinde sol bölümde, tepe üzerinde bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bizans dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının ordugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıldırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun tamamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını tellâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişahın emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Ordunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuvvetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordugâhının sağ tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada yayılmışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velveleleri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz beldenin etrafında biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması olarak da kendini gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma daha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi.
Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un kaleme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir misâli zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit körfezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahallin adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böylece yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:
"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil boyunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve zavallı Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belirtiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldırım Bayezid'in inşa ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi bir muaveneti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kurmuştu.
Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsilatıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim:
Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıların girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında takvimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karadeniz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli gemiler gelip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada tarihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden gelen gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gülleler getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonilatoluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.
Otag-I Hümayün'da Neler Var?
Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çeşitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu. İstanbul'a yardıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilirlerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların hemen hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye sokuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: "
"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde geçen Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.
Donanmaya Engel Zincir
Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve savunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şiddetli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri ancak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.
Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bizans'ın uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans muhasaraya maruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri sayesinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e girebilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağmen, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafından Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet bulamadılar..."
Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merhaleyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücadelesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fevkalâdeliklerini anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
Piyers'in ifadatı:
Haliç Ağzındaki Tedbir!
Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir padişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, inananlar ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulomberje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin aralarında üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırgası diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadırgalar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyorduk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde aralarında irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden faydalı idiler," Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergiliyor.
Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördükten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.
12/Nisan Bombardımanı
Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut toplarını Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ecdadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satırlarını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.
Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgı