2011-12-02 23:31
Tarih Haber / Seyyidler ve Şerifler
Seyyidler ve Şerifler
Altı asır boyunca Dünya tarihinin mukedderatında mühim bir vazifeyi hamleden Osmanlı Devleti, gerek siyasi ve gerekse de bürokratik anlamda son derece sistematik bir düzen içerisinde varlığını devam ettirmiştir. Bu teessüsün iz düşümleri, bugün yine yerli ve yabancı birçok araştırmacının dikkatini çekmektedir. Akademik anlamda -az da olsa- son yıllarda müesseseler üzerine etraflı çalışmalar yapılmaktadır. Fakat nedense popüler mânâda Osmanlı Devlet düzeni anlatılmamakta yahut da ikinci plana itilmektedir. Binaenaleyh imparatorluğu ayakta tutan dinamiklerin en önemli kolunu teşkilat sistematiği ile müesseseler oluşturmaktadır. Öyleyse bu nokta önemlidir ve üzerinde durulmalıdır. Biz bu yazımızda Osmanlı devlet ve toplum düzeninin ilgi çeken bir kolu olan Hazreti Peygamber’in torunlarını (seyyidler ve şerifler) ve bunlara nezaret eden “Nakibü’l-Eşraflık” müessesesini ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız.
Osmanlı Devleti’nin İslam hukuku etrafında icra edilen devlet düzenini göz önünde bulundurduğumuzda, İslam geleneğinde Hazreti Peygamber’in torunları olan Seyyid ve Şerifler ehemmiyeti haiz bir noktayı teşkil etmektedirler.
Hiç şüphe yok ki bir devlet için sahip olduğu müesseseler, o devletin yönetim ve idarî teşkilatı hakkında bize bilgi verir. Bu, ne derece düzenli olur ise, o anlamda adı geçen nizamı tahlil edebiliriz. Aynı zamanda müesseseler, geçmiş hükümranlıkların birer tercüme-i halleri gibi bu zamana akseder. Konuya başlamadan önce, yazımızın temelini teşkil eden birkaç terminolojik kelime üzerinde durmamız gerekecektir.
Nakibü’l-Eşraflık kurumunun temelini oluşturan “Seyyid” ve “Şerif” tabirleri ne anlamlara gelmektedir ve hangi ıstılahî terminoloji içinde ele alınmalıdırlar?
Mescid-i Nebi
Seyyid:
Arapça’da “sâde” fiilinin masdarlarından biri “siyâdet”tir. Bu fiil “büyük oldu”, “şerefli oldu”, “kavmine ve başkalarına seyyid oldu” anlamlarına gelir. [I] Bu umumî anlamlardan başka, aynı kelime bir başka açıdan hususi bir mânâ da içermektedir. Bizim makalemiz boyunca zikredeceğimiz sözcük de bu anlama tekabül eder: Seyyid bu mânâsı ile Hazreti Peygamberi’in neslinden gelenlerin ünvanıdır ve ekseriyetle Hazreti Hüseyin’in torunlarına verilen bir sıfattır.
Biri seyyid, biri şerif ana babaya sahip olan çocuğa “Seyyid Şerif” ünvanı verilir.
Seyyidetü’n- Nisa (Kadınların Efendisi) Hazreti Fatma için kullanılan bir ünvandır.
Şerif:
Bu kelime, şimdiki zaman için “şerefli olan” demektir. Şerif ünvanı ayırt etmek amaçlı kullanılır ise Hazreti Hasan’ın soyundan gelenleri ifade eder.
Bir gün de Peygamber Efendimiz, Hazreti Hasan için “Allahım, ben onu seviyorum. Sen de onu sev ve onu sevenleri sev”; Hazreti Hüseyin için ise “Hüseyin bendendir, ben ondanım. Hüseyin’i seveni Allah sevsin” buyurmuştur.
Hazreti Peygamber’in torunları olan seyyid ve şerifleri muhafaza eden bir müessese Osmanlı’dan önceki İslam devletlerinde de (Abbasi, Emevi, Gazneliler, Selçuklular…) farklı isimler altında mevcut idi. Netice itibariyle nikabet, yani Hazreti Peygamberin torunlarına göz k***
olan müessese Osmanlı hanedanına diğer devletlerden miras kalan bir değer olarak görülebilir.
Binlerce el yazması kitabını milletine vakfeden, son devrin entelektüellerinden Seyyid Ali Emiri Efendi
Osmanlı İlk Döneminde Seyyidlerin Durumu
Kuşkusuz Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmeye başlamasıyla beraber, henüz bir beylik durumundan çıkmaya başlayıp, büyüyen Osmanlılar, zamanla ilim adamlarının da cazibe merkezi haline gelmeye başlamıştı. Nitekim Osman Gazi’den itibaren başlayan beylikten ayrılış, artık kendisini bir devlet düzenine doğru götürüyordu. Bu itibarla alimler, şeyhler ve “sâdat-ı kiram” olarak tabir edebileceğimiz Hazreti Peygamber torunları, daha ilk hükümdarlardan itibaren görülmeye başlar.
, Selçuklu sultanı III. Keykubat tarafından Osman Gazi’ye gönderilen menşurun ortalarında seyyidlerle alakalı bazı ibarelere yer verir.
Osman Bey’e tablhane ve sancakla gelen bir ikinci Türkçe menşurda da buna benzer tavsiyeler vardır: Feridun Bey’in münşeatında yer verdiği bu kısmı şu şekilde iktibas edebiliriz. Bu alıntıda özet olarak seyyidlerin tabiri yerindeyse, peygamberlik ağacının birer meyveleri oldukları ve onlara gereken hürmetin gösterilmesi gerektiği vurg***
maktadır:
“Sâdat-ı Izâm ki, semere-i şecere-i neseb-i Mustafavî ve netice-i mukeddemât-ı haseb-i Nebevî’dirler. Anları muazzez ve muhterem tutup, mezak-ı cânı anların riâyetleriyle şehdkâm ve revâk-ı revânı anların himayeti sebebi ile sidre-makâm edüp, i’zâz ve ikramlarını zahr-i ahret ittihâz eyleye…” [II]
Bu müessese (Nakibü’l-Eşraflık) akademik anlamda etraflıca ele alınmamıştır. En azından M. Sarıcık’ın çalışmasında yer alan şu tespit, bizim için oldukça önem arz etmektedir. I. Murad Han zamanında bir şikayet üzerine sultan tarafından, Osmanlı tarihinden elde olan ilk belge hasebiyle seyyid ve şeriflerin vergi muafiyetine değinilmektedir. Mesele biraz uzun olduğu için alıntıya müracaat edecek vaziyette değiliz. Fakat hükümde belirtilen noktaları tahlil etmek, bizlere bir nebze yardımcı olacaktır kanaatindeyiz.
Seyyid Ali adında bir şahıs vergi vermesi için taciz edilmiştir. Yeniçerilerin hırpalaması neticesinde adı geçen kişi vefat etmiş ve Malkara’ya defnedilmiştir. Bu olay üzerine, söz konusu seyyidin oğulları, padişaha müracaat etmişlerdir. O zamana kadar vergi ve koyun hakkı vermediklerinden, kendilerinin de babaları gibi bu vergilerden muaf tutulmalarını istemektedirler. Buradan şu yargıya varabiliyoruz: Demek ki Murad Han zamanından önce de –sonraki dönemlerde de olduğu gibi- Osmanlı toprakları içinde meskûn bulunan seyyid ve şerifler vergilerden muaf tutulmakta idiler. Aynı zamanda vergi muafiyetinin nesilden nesile devam ettiğini anlıyoruz. Seyyidler Anadolu ve Rumeli ayrımı olmaksızın devletin muhtelif yerlerine dağılmışlardır. Nitekim adı geçen belgede de iskan olarak Malkara zikredilmektedir.
Nikabet Müessesesi Yıldırm Beyazid Devrinde Resmi Olarak Kuruldu
Müessese Ne Zaman Kuruldu?
Osmanlı Devleti’nde zamanla seyyid ve şeriflerin sayısındaki artış, bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Çünkü evlad-ı Resul’a karşı tanınan imtiyazlar oldukça önemlidir. Bunların başında vergilerden muafiyet gelmektedir. Yalnızca vergi bağlamında değil, padişahların da yaptıkları izzet ve ikramlar bunun devamıydı. Ayrıca az sonra göreceğimiz üzere, devlet büyüdükçe bu müessese de gelişme göstermiş, ihtiyaç halinde olan seyyid ve şerifler devlet hazinesinden de yardım görmeye başlamışlardır.
Padişahların seyyid ve şeriflere olan ikramından söz ettik. Bu ibare ilk dönem Osmanlı kroniklerinde yer almaktadır. Bunların başında Neşri gelmektedir. Cihan-nüma adlı eserinde bu mevzuya şöyle temas eder:
“Sultan II. Murad’ın her yıl kendi âdeti idi kim, olduğu şehirde bin flori seyyidlere kendi mübarek eliyle üleştirirdi(dağıtırdı). Her şehirde kim olurdı, atası, dedesi de (Çelebi Mehmed ve Yıldırım Bayezid Han) akça üleştirirdi. Bu dahi ziyadeler üleştirirdi.” [III]
Resmi olarak bu müessesenin Yıldırım Bayezid döneminde kurulduğu belirtilmektedir. Bu vazifeye ilk tayin edilen şahıs ise, Hazreti Hüseyin’in soyundan olan ve Bağdadî ismiyle maruf Seyyid Ali Natta’dır. Bu kişi, Bayezid döneminde Bağdat’tan Bursa’ya hicret etmiş ve Nakibü’l-Eşraf tayin edilmiştir. Daha o zaman Seyyid ve Şeriflerin ön planda bulunduğu, Yıldırım Bayezid’in damadının Emir Sultan –ki o da Seyyid’tir- olması hasebiyle önem taşımaktadır.
II. Murad Han bizzat kendi eliyle Seyyidlere altın dağıtırdı
Niçin Kuruldu?
Bu müessesenin niçin kurulduğuna bakacak olursak, bunda şu ibarenin önemi büyüktür: “Seyyid namında bazı ahdâstan nâ sâyestlerin vaz’sudur” [IV] Yani seyyid olarak bilinen bazı birtakım gençler, toplumda hoş karşılanmayacak bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuşlardır. Bunun üzerine devlet adamları böyle bir müesseseye ihtiyaç duymuşlardır. Nitekim onlar aynı zamanda İslam dinini tebliğ eden bir peygamberin torunları durumundaydılar ve bazı değerlerin mümessili konumdaydılar.
Nakibü’l-Eşraflık’ın teşekkülünde bir başka önemli etken de sahte seyyid ve şeriflerin zuhur etmeleriydi. Çünkü düşünüldüğünde evlad-ı Resul, gerçekten de önemli bir statü ve imtiyaz sahibi kimselerdi. Bununla beraber yukarıda da belirttiğimiz gibi vergilerden muaf bir konumda bulunmaktaydılar. Ayrıca padişah ve devlet hazinesinden gördükleri ihsan ve ikramlar da oldukça önemliydi. Bu sebeple aynı imtiyazlardan yararlanmak isteyen sahte sâdâtın (müteseyyidlerin) çıkma ihtimali yüksekti. Nakibü’l-Eşraflık ile seyyid ile müteseyyidlerin ayırt edilmesi sağlanmıştır.
Artık Osmanlı ülkesinde Sâdât’ın soy kütükleri Nakib Efendi Ceridesi’ne kaydediliyor, te’dibi lazım gelen seyyid ve şerifler, der-dest edilip Nikabet Dairesi’ne gönderiliyordu. Osmanlı, onlara olan şefkat ve merhametinden ceza tatbik olunmazdan evvel başlarındaki yeşil sarığı çıkartır, evvela salavat getirerek ve öperek bir kenara koyar, daha sonra ne lazım geliyorsa onu icra ederdi. Onların cezalarının tatbikinde böyle muamele görmelerinin yegâne sebebi, hiç şüphesiz Hazreti Peygambere ve onun iki torununa olan muhabbet ve edepti.
Seyyid ve şeriflerin temsilcisi ve çok sayıda evlad-ı Resul aynı zamanda ordu sefere gideceği zaman belli bir yere kadar merasimlere katırlırdı. Nitekim onların dualarının kabule şayan olduğu herkesce bilinirdi.
Nakibü’l-Eşraf’ın Katıldığı Törenler
Nakibü’l-Eşrafların (Seyyidlerin Reisi) teşrifatta ön plana çıktığı en önemli yerlerden biri padişahların cülus, yani tahta oturma merasimleri idi. Kılıç kuşanma töreninde seyyidlerin büyüklerinin ve Nakib’in bulunması Yıldırım Bayezid dönemine kadar uzanan bir gelenektir. II. Murad Han’a, Emir Sultan hazretleri kılıç kuşandırmıştır. Diğer Nakibü’l-Eşraf tarafından kılıç kuşanan padişahları ise şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- III. Ahmed Han
2- I. Mahmud Han
3- III. Mustafa Han
4- I. Abdülhamid Han
5- II. Mahmud Han
Ayrıca padişah, onların seyyidliğine ve ilmine hürmeten kendilerini ayağa kalkarak karşılardı.
Günlük hayatta seyyidler başlarına yeşil sarık sararlardı. Nitekim yeşilbaşlık, Osmanlı İmparatorluğu müddetince her zaman seyyidleri sembolize etmiştir. Hatta seyyid olmayanların bu şekilde başlarına yeşil sarmaları yasak idi. Çünkü toplum içerisinde tefrik edilebilmeleri için ilk İslam devletlerinden itibaren geçerli bir kanun olarak yeşil başlık giymek onların âdeti idi. Bu da devlet denetimde olmaktaydı.
Seyyidleri Tasvir Eden Bir Minyatür
Ve Osmanlı…
Bu noktada Nakibü’l-Eşraflık’ın önceki devletlerden bir miras gibi Osmanlı’ya tevarüs ettiğini belirtirsek hata etmiş olmayız. Bununla beraber kendisine kalan bu mirası Osmanlı Devleti’nin layıkıyla muhafaza ettiğini de söylemekte bir beis görmüyoruz. Sanki seyyidler ve şerifler Osmanlı Devleti’nde ayrı bir itibarı temsil etmişler, bilhassa devletin başı olan padişahlar, Sâdât-ı Kiram’a hususi bir tazim ve muhabbet beslemişlerdir.
Hazreti Peygamber’in torunlarına gereken saygıyı gösteren Osmanlı, onlar için hususi bir teşkilat yapılandırmış ve giyim kuşamlarını bile tanzim etmekten geri kalmamıştır. Bu durum ilk bakışta belki ilginç gelebilir. Fakat biraz düşünüldüğünde kıyafete bile dikkat olunmasının altında nice ince düşünceler mevcut olduğu fark edilecektir. Seyyid ve şeriflere has olan “başa yeşil sarma” ile onların toplum içinde ayırt edilebilmesi sağlanmış ve kendilerini ilk görüşte dahi tanıtma fırsatına imkan sağlanmıştır. Böylelikle onlara karşı vaki olabilecek herhangi bir hata veya kusurun önüne geçilmiştir. Ayrıca kendilerine tanınan vergi muafiyetinin, Sâdât’ın dünyevi geçimlerine katkıda bulunduğu bir gerçektir. Herhangi bir mesleğe mensubiyeti olmayanlar, devlet tarafında istihdam edilmiş ve rızıklarının temininde her zaman kolaylık yolu gösterilmiştir.
Örneğin üzerinde çalıştığımız bir mühimme defterinde şu kayda rastladık. Padişah tarafından İstanbul’dan Mısır’a varıncaya kadar yol üzerindeki kâdılara vasıl olan bu hüküm, seyyid ve şeriflere gösterilen itibarın bir vesikasıdır.
Gurre-i Şaban/1001 Mahrusa-yı İstanbul’dan Mısır’a varınca yol üzerinde olan kadılara hüküm:
Mekke-i Mükerreme şeriflerinden Seyyid Hasan, adamları ile beraber Mısır’a hareket etmiştir. Taht-ı kazalarına uğradıkça kendisine parası ile erzak ve sairenin(diğerlerinin) tedariki, menziller ve merhallerde(duracağı yerlerde) kendisine, adamlarına ve hayvanlarına herhangi bir zarar gelmemesinin temini hakkında.
Elde olan belgeler, kaynaklar ve vesikalar nispetinde bu durumun ilk padişahtan son padişaha kadar câri olduğunu söylemek, kuşkusuz onlar ve sultanlar için bir hakkı iade etmek olacaktır.
Osmanlı Devleti’nin İslam hukuku etrafında icra edilen devlet düzenini göz önünde bulundurduğumuzda, İslam geleneğinde Hazreti Peygamber’in torunları olan Seyyid ve Şerifler ehemmiyeti haiz bir noktayı teşkil etmektedirler.
Hiç şüphe yok ki bir devlet için sahip olduğu müesseseler, o devletin yönetim ve idarî teşkilatı hakkında bize bilgi verir. Bu, ne derece düzenli olur ise, o anlamda adı geçen nizamı tahlil edebiliriz. Aynı zamanda müesseseler, geçmiş hükümranlıkların birer tercüme-i halleri gibi bu zamana akseder. Konuya başlamadan önce, yazımızın temelini teşkil eden birkaç terminolojik kelime üzerinde durmamız gerekecektir.
Nakibü’l-Eşraflık kurumunun temelini oluşturan “Seyyid” ve “Şerif” tabirleri ne anlamlara gelmektedir ve hangi ıstılahî terminoloji içinde ele alınmalıdırlar?
Mescid-i Nebi
Seyyid:
Arapça’da “sâde” fiilinin masdarlarından biri “siyâdet”tir. Bu fiil “büyük oldu”, “şerefli oldu”, “kavmine ve başkalarına seyyid oldu” anlamlarına gelir. [I] Bu umumî anlamlardan başka, aynı kelime bir başka açıdan hususi bir mânâ da içermektedir. Bizim makalemiz boyunca zikredeceğimiz sözcük de bu anlama tekabül eder: Seyyid bu mânâsı ile Hazreti Peygamberi’in neslinden gelenlerin ünvanıdır ve ekseriyetle Hazreti Hüseyin’in torunlarına verilen bir sıfattır.
Biri seyyid, biri şerif ana babaya sahip olan çocuğa “Seyyid Şerif” ünvanı verilir.
Seyyidetü’n- Nisa (Kadınların Efendisi) Hazreti Fatma için kullanılan bir ünvandır.
Şerif:
Bu kelime, şimdiki zaman için “şerefli olan” demektir. Şerif ünvanı ayırt etmek amaçlı kullanılır ise Hazreti Hasan’ın soyundan gelenleri ifade eder.
Bir gün de Peygamber Efendimiz, Hazreti Hasan için “Allahım, ben onu seviyorum. Sen de onu sev ve onu sevenleri sev”; Hazreti Hüseyin için ise “Hüseyin bendendir, ben ondanım. Hüseyin’i seveni Allah sevsin” buyurmuştur.
Hazreti Peygamber’in torunları olan seyyid ve şerifleri muhafaza eden bir müessese Osmanlı’dan önceki İslam devletlerinde de (Abbasi, Emevi, Gazneliler, Selçuklular…) farklı isimler altında mevcut idi. Netice itibariyle nikabet, yani Hazreti Peygamberin torunlarına göz k***
olan müessese Osmanlı hanedanına diğer devletlerden miras kalan bir değer olarak görülebilir.
Binlerce el yazması kitabını milletine vakfeden, son devrin entelektüellerinden Seyyid Ali Emiri Efendi
Osmanlı İlk Döneminde Seyyidlerin Durumu
Kuşkusuz Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmeye başlamasıyla beraber, henüz bir beylik durumundan çıkmaya başlayıp, büyüyen Osmanlılar, zamanla ilim adamlarının da cazibe merkezi haline gelmeye başlamıştı. Nitekim Osman Gazi’den itibaren başlayan beylikten ayrılış, artık kendisini bir devlet düzenine doğru götürüyordu. Bu itibarla alimler, şeyhler ve “sâdat-ı kiram” olarak tabir edebileceğimiz Hazreti Peygamber torunları, daha ilk hükümdarlardan itibaren görülmeye başlar.
, Selçuklu sultanı III. Keykubat tarafından Osman Gazi’ye gönderilen menşurun ortalarında seyyidlerle alakalı bazı ibarelere yer verir.
Osman Bey’e tablhane ve sancakla gelen bir ikinci Türkçe menşurda da buna benzer tavsiyeler vardır: Feridun Bey’in münşeatında yer verdiği bu kısmı şu şekilde iktibas edebiliriz. Bu alıntıda özet olarak seyyidlerin tabiri yerindeyse, peygamberlik ağacının birer meyveleri oldukları ve onlara gereken hürmetin gösterilmesi gerektiği vurg***
maktadır:
“Sâdat-ı Izâm ki, semere-i şecere-i neseb-i Mustafavî ve netice-i mukeddemât-ı haseb-i Nebevî’dirler. Anları muazzez ve muhterem tutup, mezak-ı cânı anların riâyetleriyle şehdkâm ve revâk-ı revânı anların himayeti sebebi ile sidre-makâm edüp, i’zâz ve ikramlarını zahr-i ahret ittihâz eyleye…” [II]
Bu müessese (Nakibü’l-Eşraflık) akademik anlamda etraflıca ele alınmamıştır. En azından M. Sarıcık’ın çalışmasında yer alan şu tespit, bizim için oldukça önem arz etmektedir. I. Murad Han zamanında bir şikayet üzerine sultan tarafından, Osmanlı tarihinden elde olan ilk belge hasebiyle seyyid ve şeriflerin vergi muafiyetine değinilmektedir. Mesele biraz uzun olduğu için alıntıya müracaat edecek vaziyette değiliz. Fakat hükümde belirtilen noktaları tahlil etmek, bizlere bir nebze yardımcı olacaktır kanaatindeyiz.
Seyyid Ali adında bir şahıs vergi vermesi için taciz edilmiştir. Yeniçerilerin hırpalaması neticesinde adı geçen kişi vefat etmiş ve Malkara’ya defnedilmiştir. Bu olay üzerine, söz konusu seyyidin oğulları, padişaha müracaat etmişlerdir. O zamana kadar vergi ve koyun hakkı vermediklerinden, kendilerinin de babaları gibi bu vergilerden muaf tutulmalarını istemektedirler. Buradan şu yargıya varabiliyoruz: Demek ki Murad Han zamanından önce de –sonraki dönemlerde de olduğu gibi- Osmanlı toprakları içinde meskûn bulunan seyyid ve şerifler vergilerden muaf tutulmakta idiler. Aynı zamanda vergi muafiyetinin nesilden nesile devam ettiğini anlıyoruz. Seyyidler Anadolu ve Rumeli ayrımı olmaksızın devletin muhtelif yerlerine dağılmışlardır. Nitekim adı geçen belgede de iskan olarak Malkara zikredilmektedir.
Nikabet Müessesesi Yıldırm Beyazid Devrinde Resmi Olarak Kuruldu
Müessese Ne Zaman Kuruldu?
Osmanlı Devleti’nde zamanla seyyid ve şeriflerin sayısındaki artış, bazı problemleri de beraberinde getirmiştir. Çünkü evlad-ı Resul’a karşı tanınan imtiyazlar oldukça önemlidir. Bunların başında vergilerden muafiyet gelmektedir. Yalnızca vergi bağlamında değil, padişahların da yaptıkları izzet ve ikramlar bunun devamıydı. Ayrıca az sonra göreceğimiz üzere, devlet büyüdükçe bu müessese de gelişme göstermiş, ihtiyaç halinde olan seyyid ve şerifler devlet hazinesinden de yardım görmeye başlamışlardır.
Padişahların seyyid ve şeriflere olan ikramından söz ettik. Bu ibare ilk dönem Osmanlı kroniklerinde yer almaktadır. Bunların başında Neşri gelmektedir. Cihan-nüma adlı eserinde bu mevzuya şöyle temas eder:
“Sultan II. Murad’ın her yıl kendi âdeti idi kim, olduğu şehirde bin flori seyyidlere kendi mübarek eliyle üleştirirdi(dağıtırdı). Her şehirde kim olurdı, atası, dedesi de (Çelebi Mehmed ve Yıldırım Bayezid Han) akça üleştirirdi. Bu dahi ziyadeler üleştirirdi.” [III]
Resmi olarak bu müessesenin Yıldırım Bayezid döneminde kurulduğu belirtilmektedir. Bu vazifeye ilk tayin edilen şahıs ise, Hazreti Hüseyin’in soyundan olan ve Bağdadî ismiyle maruf Seyyid Ali Natta’dır. Bu kişi, Bayezid döneminde Bağdat’tan Bursa’ya hicret etmiş ve Nakibü’l-Eşraf tayin edilmiştir. Daha o zaman Seyyid ve Şeriflerin ön planda bulunduğu, Yıldırım Bayezid’in damadının Emir Sultan –ki o da Seyyid’tir- olması hasebiyle önem taşımaktadır.
II. Murad Han bizzat kendi eliyle Seyyidlere altın dağıtırdı
Niçin Kuruldu?
Bu müessesenin niçin kurulduğuna bakacak olursak, bunda şu ibarenin önemi büyüktür: “Seyyid namında bazı ahdâstan nâ sâyestlerin vaz’sudur” [IV] Yani seyyid olarak bilinen bazı birtakım gençler, toplumda hoş karşılanmayacak bazı uygunsuz hareketlerde bulunmuşlardır. Bunun üzerine devlet adamları böyle bir müesseseye ihtiyaç duymuşlardır. Nitekim onlar aynı zamanda İslam dinini tebliğ eden bir peygamberin torunları durumundaydılar ve bazı değerlerin mümessili konumdaydılar.
Nakibü’l-Eşraflık’ın teşekkülünde bir başka önemli etken de sahte seyyid ve şeriflerin zuhur etmeleriydi. Çünkü düşünüldüğünde evlad-ı Resul, gerçekten de önemli bir statü ve imtiyaz sahibi kimselerdi. Bununla beraber yukarıda da belirttiğimiz gibi vergilerden muaf bir konumda bulunmaktaydılar. Ayrıca padişah ve devlet hazinesinden gördükleri ihsan ve ikramlar da oldukça önemliydi. Bu sebeple aynı imtiyazlardan yararlanmak isteyen sahte sâdâtın (müteseyyidlerin) çıkma ihtimali yüksekti. Nakibü’l-Eşraflık ile seyyid ile müteseyyidlerin ayırt edilmesi sağlanmıştır.
Artık Osmanlı ülkesinde Sâdât’ın soy kütükleri Nakib Efendi Ceridesi’ne kaydediliyor, te’dibi lazım gelen seyyid ve şerifler, der-dest edilip Nikabet Dairesi’ne gönderiliyordu. Osmanlı, onlara olan şefkat ve merhametinden ceza tatbik olunmazdan evvel başlarındaki yeşil sarığı çıkartır, evvela salavat getirerek ve öperek bir kenara koyar, daha sonra ne lazım geliyorsa onu icra ederdi. Onların cezalarının tatbikinde böyle muamele görmelerinin yegâne sebebi, hiç şüphesiz Hazreti Peygambere ve onun iki torununa olan muhabbet ve edepti.
Seyyid ve şeriflerin temsilcisi ve çok sayıda evlad-ı Resul aynı zamanda ordu sefere gideceği zaman belli bir yere kadar merasimlere katırlırdı. Nitekim onların dualarının kabule şayan olduğu herkesce bilinirdi.
Nakibü’l-Eşraf’ın Katıldığı Törenler
Nakibü’l-Eşrafların (Seyyidlerin Reisi) teşrifatta ön plana çıktığı en önemli yerlerden biri padişahların cülus, yani tahta oturma merasimleri idi. Kılıç kuşanma töreninde seyyidlerin büyüklerinin ve Nakib’in bulunması Yıldırım Bayezid dönemine kadar uzanan bir gelenektir. II. Murad Han’a, Emir Sultan hazretleri kılıç kuşandırmıştır. Diğer Nakibü’l-Eşraf tarafından kılıç kuşanan padişahları ise şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- III. Ahmed Han
2- I. Mahmud Han
3- III. Mustafa Han
4- I. Abdülhamid Han
5- II. Mahmud Han
Ayrıca padişah, onların seyyidliğine ve ilmine hürmeten kendilerini ayağa kalkarak karşılardı.
Günlük hayatta seyyidler başlarına yeşil sarık sararlardı. Nitekim yeşilbaşlık, Osmanlı İmparatorluğu müddetince her zaman seyyidleri sembolize etmiştir. Hatta seyyid olmayanların bu şekilde başlarına yeşil sarmaları yasak idi. Çünkü toplum içerisinde tefrik edilebilmeleri için ilk İslam devletlerinden itibaren geçerli bir kanun olarak yeşil başlık giymek onların âdeti idi. Bu da devlet denetimde olmaktaydı.
Seyyidleri Tasvir Eden Bir Minyatür
Ve Osmanlı…
Bu noktada Nakibü’l-Eşraflık’ın önceki devletlerden bir miras gibi Osmanlı’ya tevarüs ettiğini belirtirsek hata etmiş olmayız. Bununla beraber kendisine kalan bu mirası Osmanlı Devleti’nin layıkıyla muhafaza ettiğini de söylemekte bir beis görmüyoruz. Sanki seyyidler ve şerifler Osmanlı Devleti’nde ayrı bir itibarı temsil etmişler, bilhassa devletin başı olan padişahlar, Sâdât-ı Kiram’a hususi bir tazim ve muhabbet beslemişlerdir.
Hazreti Peygamber’in torunlarına gereken saygıyı gösteren Osmanlı, onlar için hususi bir teşkilat yapılandırmış ve giyim kuşamlarını bile tanzim etmekten geri kalmamıştır. Bu durum ilk bakışta belki ilginç gelebilir. Fakat biraz düşünüldüğünde kıyafete bile dikkat olunmasının altında nice ince düşünceler mevcut olduğu fark edilecektir. Seyyid ve şeriflere has olan “başa yeşil sarma” ile onların toplum içinde ayırt edilebilmesi sağlanmış ve kendilerini ilk görüşte dahi tanıtma fırsatına imkan sağlanmıştır. Böylelikle onlara karşı vaki olabilecek herhangi bir hata veya kusurun önüne geçilmiştir. Ayrıca kendilerine tanınan vergi muafiyetinin, Sâdât’ın dünyevi geçimlerine katkıda bulunduğu bir gerçektir. Herhangi bir mesleğe mensubiyeti olmayanlar, devlet tarafında istihdam edilmiş ve rızıklarının temininde her zaman kolaylık yolu gösterilmiştir.
Örneğin üzerinde çalıştığımız bir mühimme defterinde şu kayda rastladık. Padişah tarafından İstanbul’dan Mısır’a varıncaya kadar yol üzerindeki kâdılara vasıl olan bu hüküm, seyyid ve şeriflere gösterilen itibarın bir vesikasıdır.
Gurre-i Şaban/1001 Mahrusa-yı İstanbul’dan Mısır’a varınca yol üzerinde olan kadılara hüküm:
Mekke-i Mükerreme şeriflerinden Seyyid Hasan, adamları ile beraber Mısır’a hareket etmiştir. Taht-ı kazalarına uğradıkça kendisine parası ile erzak ve sairenin(diğerlerinin) tedariki, menziller ve merhallerde(duracağı yerlerde) kendisine, adamlarına ve hayvanlarına herhangi bir zarar gelmemesinin temini hakkında.
Elde olan belgeler, kaynaklar ve vesikalar nispetinde bu durumun ilk padişahtan son padişaha kadar câri olduğunu söylemek, kuşkusuz onlar ve sultanlar için bir hakkı iade etmek olacaktır.