2011-11-21 20:13
Tarih Haber / Hanedanın Sürgün Öyküsü
Hanedanın Sürgün Öyküsü
Popüler tarih kitapları bugünlerde revaçta. Birçok yayınevi, onlarca kitap yayımladı, yayımlıyor ve okur da ilgisini esirgemiyor. Özellikle Osmanlı tarihine ilişkin kitaplar çok ilgi devşiriyor. Bunda sanıyorum hem okurun bizatihi tarihe, tarihî sorulara meraklı oluşu hem de Osmanlı'nın varisi bir iklimde yaşıyor olmasının ayrı bir etkisi var.
Sadece İstanbul'da değil, şehzade kentlerinde, Osmanlı'nın ilgisini esirgemediği her beldede, adımbaşı bir mescit, medrese, çeşme, kervansaray karşımıza çıkıyor. Bu, 'tarihle iç içe' yaşadığımızı göstermeye yetiyor. Heidegger'in dediği gibi, 'bir taşın bile kendi içinde bir tarihselliği' var. Tarihi konu edinen yayınların ilgiye mazhar olması bu açıdan da anlaşılır bir şey. Kitap, dergi vs. yayınları dışında çeşitli kurumların desteğiyle basılan özel albümler vs. de son zamanlarda hayli arttı. Özellikle Kültür AŞ'nin yayınları bu anlamda özellikle anılmalı. Örneğin II. Abdülhamid dönemini konu alan iki çalışma yeni elime geçti ve bayıldım doğrusu.
Televizyonlarda da tarihi konu edinen çeşitli programlar arttı ve saatler sürenleri dahi dizi filmler gibi ilgiyle seyrediliyor. Altaylı ile Bardakçı'nın konuklarıyla gerçekleştirdiği ilk aklıma geleni. Geçenlerde Hakan Erdem'le Sky Türk'te yapılan uzun söyleşi de dinlemeye değerdi. Erdem, Ortaylı'nın kitaplarındaki kimi yanlışları ortaya koydu. Bozdağ'ın ünlü Abdülhamid'in Hatıra Defteri'ni paçavraya çevirdi, uydurma olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar ileri sürdü.
Bendeniz de ilgiyle dinliyorum bu programları. Bilhassa Bardakçı ile Afyoncu bir araya gelince, hele konuya ilişkin doktorası, doçentlik tezi filan olan bir tarihçi de onlara eşlik edince hem bilgilendirici hem keyifli bir sohbet oluyor. Armağan'ın Mehtap'taki programı da seyrettiklerim arasında. Ne ki o da konuklu olabilse kitapları kadar daha çok ilgiyi diri tutabilecek. Timaş, son birkaç yıldır, popüler tarih yayıncılığında diğer yayınevlerine fark attı. Tarih Vakfı'nın öteden beri ilgiyle takip ettiğim yayınları ile Türk Tarih Kurumu'nun özellikle belge ağırlıklı kitaplarından sonra bu türden kitapları da ediniyor ve okumaya çalışıyorum. Sanırım özellikle yakın Osmanlı tarihi en çok ilgiyi çekiyor. Bu cümleden olarak, TRT'de yayımlanmış olan bir belgesel vardı, Osmanoğulları'nın Sürgünü... Kerime Senyücel'in bu titiz çalışması, Hanedan'ın Sürgün Öyküsü adıyla kitaplaştı. Altbaşlığı, 'Başucumda Bir Avuç Vatan Toprağı' ile sunulan kitaptan Timaş mali kaynağı esirgememiş. Sadece mali olarak değil editöryal açıdan da son derece yetkin, titiz bir çalışma olmuş. Kerime Hanım, kitabı, eşine sunmuş. Münib'e... Münip Senyücel de yapıtlarını ilgiyle takib ettiğim bir yönetmendi. TRT'de çok güzel işler yaptı. Altbaşlıktan da anlaşılacağı üzere, Hanedan'ın dünyanın çeşitli ülkelerinde vatan özlemiyle yaşayan üyelerinin odalarında bir kâsede daima vatan toprağı bulunurmuş. Amerika'da yaşamını geçiren Fethullah Gülen Hocaefendi'nin de çeşitli söyleşilerden öğrendiğimiz, fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla Türkiye'nin çeşitli yerlerinden getirilmiş vatan toprağı bulunuyor odasında. Bu, tabii, insanın iklimiyle kurmuş olduğu ruh bağından geliyor. Biz, tarihi, modern zamanlarda aşırı biçimde ideolojik ve mitik kalıplarla algılıyoruz. 'Kızıl Sultan-Kahraman' ikilemine hapsolmuş bir Abdülhamid algısı bunun en tipik örneği. Ya tarihten kaçıyor veya tarihe kaçıyoruz. Bu da ideolojik algının göstergesi. Belgesi olmayan bir şeyi kabullenmemek de bir anlamda ideolojik bir şey. Bu tutumda da ideolojik algının etkisi var. Hanedan'ın Sürgün Öyküsü, bu bakımdan önümüze en tartışmalı konulara ilişkin son derece ilginç veriler getiriyor.
Yeni devleti kurarken Hanedan-ı Al-i Osman'ın fertlerine karşı bu denli saygısız, kıyıcı davranılması gerekiyor muydu? Bu abartı ne türden trajik olaylara yol açtı, bunu da araştıran bir çalışma. Ertuğrul Osman Osmanoğlu, Burhaneddin Cem, Bilun Alpan, Osman Nami Osmanoğlu, Fethi Sami Baltalimanlı ve yakınlarıyla gerçekleştirilen söyleşiler, bir tür iz sürülerek Hanedan'ın son üyelerinin dünden bugüne yaşam öyküleri zaman zaman yürek burkuyor, iç sızlatıyor. Bendeniz taşralı/köylü olduğumdan bu soylu ailenin kalan fertlerinin özelliklerini/niteliklerini anlamakta tabii güçlük çekiyorum. Soruna da duygusal, ideolojik yaklaşıyorum. Belki de onların karşılaştığı hazin olayları okurken üzülmemizin insani bir yanı var, ama onu aşan bir tarafı da var. Kimi üyeler gerçi fazla zorluk çekmemiş. Osman Nami onlardan örneğin. Elektromekanik mühendisi olmuş. Fransa'da okumuş, bir Fransız şirketinde çalışmaya başlamış. Osmanlı şehzadeleri Avrupa hanedan üyeleri gibi gündelik hayatla iç içe olmadıklarından, mesela alışveriş yapmaları, parayı kullanmaları, ondan önce para kazanmaları güç olmuş. Osman Nami Bey'in dayısı Abid Efendi onlardan biri. Hayli zorluk çekmiş başlangıçta. Arnavutluk Kralı Zogu'nun kız kardeşiyle evlenmiş, durumu biraz iyileşmiş. Boşandıktan sonra tekrar sefalet günleri başlamış. Beyrut'a yerleşmiş, orada vefat etmiş. Bir başka husus, üyelerin çoğu, yurda döneceklerini ve bunun kısa sürede gerçekleşeceğini sanıyor. Bu beklentiyle yaşıyorlar ve uzun vadeli bir kurgu yapmıyorlar. Meslek edinme, iş bulma, çalışma konusunda tembel davranıyorlar. Bir tür tatil duygusu. Devrimden sonra Fransa'da kralcıların örgütlenmesi türünden bir şey de olmuyor. Osmanlı ailesi, 'tekrar yönetime gelelim' diye Cumhuriyet karşıtı bir harekete girişmiyor.
Kimi aileleri özellikle anne bir arada tutuyor. Osman Nami Bey'in validesi böyle mesela. Ayşe Sultan'ın Paris'teki evi, sürgün üyeler için bir tür buluşma mekânı. Şehzade İbrahim Tevfik'in torunu Yusuf Kefeli, 'O, Türkiye'ye, annesi Müşfika Kadınefendi'nin yanına döndükten sonra bu ev kapandı bizim için.' diyor. Osman Nami Bey'in naklinden öğreniyoruz. O zaman, sürgün üyelere bulundukları yerin Hariciye mensupları nazik davranırlarmış.
Kitapta, Hanedan'ın bütün üyelerinin akıbetleri, bugün içinde bulundukları durum da öyküleniyor. Senyücel'in bu çalışmasının hangi sayfasına bakarsanız bakın, bir hayatın, giderek bir neslin kalan fertlerinin topyekûn hikâyesinin hüzünlü parçalarını buluyorsunuz. Fethiye Nimet Bory'nin bir ifadesi, yaygın bir sorunu dile getiriyor: 'Zannedersem biraz Osmanlı hissediyorum kendimi. Türkiye'deyken huzur içindeyim. Bugün en çok dil konusuna üzülüyorum. Türkçe bilmediğime üzülüyorum.' Osman Nami Bey ise bu soruna ilişkin şunları söylüyor: 'Aslında dil konusu çok önemli Benim ilk karım Adile Hanım Fransızca biliyordu. Tunus'ta evde hep Fransızca konuşuyorduk. Arapça bilmediğimiz için herkesle Fransızca anlaştık. 33 yıl hemen hemen hiç Türkçe konuşmadım. Aslında annem, sürgüne ilk gittiğimiz yıllarda evde her zaman Türkçe konuştururdu. (...) Öte yandan da koyu bir vatanseverdim. Ülkem Türkiye benim için her şeydi. Sürgün benim için çok acıydı. Bunun azabını çektim, vatansızlığın... Çocuklarım da benim yüzümden çektiler. Kökümüzden koparılmıştık...'
Sadece İstanbul'da değil, şehzade kentlerinde, Osmanlı'nın ilgisini esirgemediği her beldede, adımbaşı bir mescit, medrese, çeşme, kervansaray karşımıza çıkıyor. Bu, 'tarihle iç içe' yaşadığımızı göstermeye yetiyor. Heidegger'in dediği gibi, 'bir taşın bile kendi içinde bir tarihselliği' var. Tarihi konu edinen yayınların ilgiye mazhar olması bu açıdan da anlaşılır bir şey. Kitap, dergi vs. yayınları dışında çeşitli kurumların desteğiyle basılan özel albümler vs. de son zamanlarda hayli arttı. Özellikle Kültür AŞ'nin yayınları bu anlamda özellikle anılmalı. Örneğin II. Abdülhamid dönemini konu alan iki çalışma yeni elime geçti ve bayıldım doğrusu.
Televizyonlarda da tarihi konu edinen çeşitli programlar arttı ve saatler sürenleri dahi dizi filmler gibi ilgiyle seyrediliyor. Altaylı ile Bardakçı'nın konuklarıyla gerçekleştirdiği ilk aklıma geleni. Geçenlerde Hakan Erdem'le Sky Türk'te yapılan uzun söyleşi de dinlemeye değerdi. Erdem, Ortaylı'nın kitaplarındaki kimi yanlışları ortaya koydu. Bozdağ'ın ünlü Abdülhamid'in Hatıra Defteri'ni paçavraya çevirdi, uydurma olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar ileri sürdü.
Bendeniz de ilgiyle dinliyorum bu programları. Bilhassa Bardakçı ile Afyoncu bir araya gelince, hele konuya ilişkin doktorası, doçentlik tezi filan olan bir tarihçi de onlara eşlik edince hem bilgilendirici hem keyifli bir sohbet oluyor. Armağan'ın Mehtap'taki programı da seyrettiklerim arasında. Ne ki o da konuklu olabilse kitapları kadar daha çok ilgiyi diri tutabilecek. Timaş, son birkaç yıldır, popüler tarih yayıncılığında diğer yayınevlerine fark attı. Tarih Vakfı'nın öteden beri ilgiyle takip ettiğim yayınları ile Türk Tarih Kurumu'nun özellikle belge ağırlıklı kitaplarından sonra bu türden kitapları da ediniyor ve okumaya çalışıyorum. Sanırım özellikle yakın Osmanlı tarihi en çok ilgiyi çekiyor. Bu cümleden olarak, TRT'de yayımlanmış olan bir belgesel vardı, Osmanoğulları'nın Sürgünü... Kerime Senyücel'in bu titiz çalışması, Hanedan'ın Sürgün Öyküsü adıyla kitaplaştı. Altbaşlığı, 'Başucumda Bir Avuç Vatan Toprağı' ile sunulan kitaptan Timaş mali kaynağı esirgememiş. Sadece mali olarak değil editöryal açıdan da son derece yetkin, titiz bir çalışma olmuş. Kerime Hanım, kitabı, eşine sunmuş. Münib'e... Münip Senyücel de yapıtlarını ilgiyle takib ettiğim bir yönetmendi. TRT'de çok güzel işler yaptı. Altbaşlıktan da anlaşılacağı üzere, Hanedan'ın dünyanın çeşitli ülkelerinde vatan özlemiyle yaşayan üyelerinin odalarında bir kâsede daima vatan toprağı bulunurmuş. Amerika'da yaşamını geçiren Fethullah Gülen Hocaefendi'nin de çeşitli söyleşilerden öğrendiğimiz, fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla Türkiye'nin çeşitli yerlerinden getirilmiş vatan toprağı bulunuyor odasında. Bu, tabii, insanın iklimiyle kurmuş olduğu ruh bağından geliyor. Biz, tarihi, modern zamanlarda aşırı biçimde ideolojik ve mitik kalıplarla algılıyoruz. 'Kızıl Sultan-Kahraman' ikilemine hapsolmuş bir Abdülhamid algısı bunun en tipik örneği. Ya tarihten kaçıyor veya tarihe kaçıyoruz. Bu da ideolojik algının göstergesi. Belgesi olmayan bir şeyi kabullenmemek de bir anlamda ideolojik bir şey. Bu tutumda da ideolojik algının etkisi var. Hanedan'ın Sürgün Öyküsü, bu bakımdan önümüze en tartışmalı konulara ilişkin son derece ilginç veriler getiriyor.
Yeni devleti kurarken Hanedan-ı Al-i Osman'ın fertlerine karşı bu denli saygısız, kıyıcı davranılması gerekiyor muydu? Bu abartı ne türden trajik olaylara yol açtı, bunu da araştıran bir çalışma. Ertuğrul Osman Osmanoğlu, Burhaneddin Cem, Bilun Alpan, Osman Nami Osmanoğlu, Fethi Sami Baltalimanlı ve yakınlarıyla gerçekleştirilen söyleşiler, bir tür iz sürülerek Hanedan'ın son üyelerinin dünden bugüne yaşam öyküleri zaman zaman yürek burkuyor, iç sızlatıyor. Bendeniz taşralı/köylü olduğumdan bu soylu ailenin kalan fertlerinin özelliklerini/niteliklerini anlamakta tabii güçlük çekiyorum. Soruna da duygusal, ideolojik yaklaşıyorum. Belki de onların karşılaştığı hazin olayları okurken üzülmemizin insani bir yanı var, ama onu aşan bir tarafı da var. Kimi üyeler gerçi fazla zorluk çekmemiş. Osman Nami onlardan örneğin. Elektromekanik mühendisi olmuş. Fransa'da okumuş, bir Fransız şirketinde çalışmaya başlamış. Osmanlı şehzadeleri Avrupa hanedan üyeleri gibi gündelik hayatla iç içe olmadıklarından, mesela alışveriş yapmaları, parayı kullanmaları, ondan önce para kazanmaları güç olmuş. Osman Nami Bey'in dayısı Abid Efendi onlardan biri. Hayli zorluk çekmiş başlangıçta. Arnavutluk Kralı Zogu'nun kız kardeşiyle evlenmiş, durumu biraz iyileşmiş. Boşandıktan sonra tekrar sefalet günleri başlamış. Beyrut'a yerleşmiş, orada vefat etmiş. Bir başka husus, üyelerin çoğu, yurda döneceklerini ve bunun kısa sürede gerçekleşeceğini sanıyor. Bu beklentiyle yaşıyorlar ve uzun vadeli bir kurgu yapmıyorlar. Meslek edinme, iş bulma, çalışma konusunda tembel davranıyorlar. Bir tür tatil duygusu. Devrimden sonra Fransa'da kralcıların örgütlenmesi türünden bir şey de olmuyor. Osmanlı ailesi, 'tekrar yönetime gelelim' diye Cumhuriyet karşıtı bir harekete girişmiyor.
Kimi aileleri özellikle anne bir arada tutuyor. Osman Nami Bey'in validesi böyle mesela. Ayşe Sultan'ın Paris'teki evi, sürgün üyeler için bir tür buluşma mekânı. Şehzade İbrahim Tevfik'in torunu Yusuf Kefeli, 'O, Türkiye'ye, annesi Müşfika Kadınefendi'nin yanına döndükten sonra bu ev kapandı bizim için.' diyor. Osman Nami Bey'in naklinden öğreniyoruz. O zaman, sürgün üyelere bulundukları yerin Hariciye mensupları nazik davranırlarmış.
Kitapta, Hanedan'ın bütün üyelerinin akıbetleri, bugün içinde bulundukları durum da öyküleniyor. Senyücel'in bu çalışmasının hangi sayfasına bakarsanız bakın, bir hayatın, giderek bir neslin kalan fertlerinin topyekûn hikâyesinin hüzünlü parçalarını buluyorsunuz. Fethiye Nimet Bory'nin bir ifadesi, yaygın bir sorunu dile getiriyor: 'Zannedersem biraz Osmanlı hissediyorum kendimi. Türkiye'deyken huzur içindeyim. Bugün en çok dil konusuna üzülüyorum. Türkçe bilmediğime üzülüyorum.' Osman Nami Bey ise bu soruna ilişkin şunları söylüyor: 'Aslında dil konusu çok önemli Benim ilk karım Adile Hanım Fransızca biliyordu. Tunus'ta evde hep Fransızca konuşuyorduk. Arapça bilmediğimiz için herkesle Fransızca anlaştık. 33 yıl hemen hemen hiç Türkçe konuşmadım. Aslında annem, sürgüne ilk gittiğimiz yıllarda evde her zaman Türkçe konuştururdu. (...) Öte yandan da koyu bir vatanseverdim. Ülkem Türkiye benim için her şeydi. Sürgün benim için çok acıydı. Bunun azabını çektim, vatansızlığın... Çocuklarım da benim yüzümden çektiler. Kökümüzden koparılmıştık...'