osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Sultan 2. Mahmud Biyografisi 3

Tanzimata Dogru
Tanzimata Dogru
Tanzimata Dogru


Engelhard'a göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan Mahmud'un şiddetli belalar da aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı selase, ahalisi birbirine kefil-Padişahda, halkda ana­neye tâbi-Kıyafet meselesi, garib bir kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak- ilk defa avrupa'ya talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i vekayi'in çı­karılması: Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr iskelesi Muahedesi Sultan Mahmud'un meş­hur Deli Petro'yu takliden memleketi avrupa medeniyetiyle temasta bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın dediği: "..padişah, ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın üstünlüğünü takdir ediyordu. Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek az devam edecek tarzda artış gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri ter-ketmek, Türklükten çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu. Sağlam kaıarlar sahibi olmayıp, belki ara sı­ra gelip geçen arzulara kapılmaktaydı. Nisbeten hududları belli bir zekâve istidada sahip olanlar da her zaman olduğu gibi, kuruntulu kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi ilti­fatına erişen müzevirlerin i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın kararsız olmayıp, milliyet fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına delâlet etmekle pek olumlu sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi, sosyal hayatımızda­ki karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici siyaseti dengeleyememiştir. Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü mukayeseye dönük muhakematta daima unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal vaziyettir. Hakikaten kıyafetin de­ğişmesinin, Türk adet ve emsâii gösterişler, hiçbir zaman ıs­lahat düşüncesini doğrulatmaz. Bu durumlar vatanını seven her insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki, insan onun içine aldığı tekamül vede değişimlerin hepsini bir sani­yede atlayıp, ahali içinde istikrarın arzusuyla acele etmiş ol­duğunu anlatır. Hattâ cehalet ve taassuba karşı fedai kesil­mekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin icabatını hattâ bu de­receye kadar tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun, orada meydana gelmiş inkılabların başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.

Fransa ihtilâli-i inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve sosyal bir hüccettir, senettir. Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin kifayetsizliği de bu tarz bir seviye icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan yenilikçilerin hepside hâl vede yer itibariyle bu yetersizliği göstermemiş değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti irfan ve idrâk içine çekip, terbiye etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış olanlar, anayasalarında ki değişiklikler ve yenilik­lerin gösterilmesi, kurulan hükümet-i muvakkate yâni geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet fikrinin devamlı bir çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun, krallığı, krallığı imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten sonra, cumhuriyetin kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek gerçekleşmesi delalet eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki cankurataran sandalı­nın, bir takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benze­yen bir yo! takip eder. Bu sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla onun nefsinden gelecek karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla tanınan birinin, Sultan Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!. Cenab-ı Hakk' senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen, islâ­miyet i tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine çeki­yorsun!" Şeklindeki bağırması, karışıklıklardan birisidir. Pa­dişah, bu feryaddan korksaydi, hem yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet pek büyük şiddetle kabarırdı. Yi­ne her inkılab ispat eylemiştirki, insanların yaşadığı toplum­da kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim, mak-buliyeti olan terbiye erbabının bile, inkılab dönemlerinde ida­reyi ele geçirmek için, hatib kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun yapmaya kalkışmak, fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair şahsi yorumlarda bu­lunmak, fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan, yeni hükümet, ve kanunlara karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine varan tarzda muhalif görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler günbe gün tecelli etmek­tedir.

İnkilablarda tesadüfün rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık telkini, sosyal ve birey hayatın tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun itimadına da İiyakat gibi elde edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce fırsatların birleşmesi vede inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir kaçında toplanmış olmasın­dan ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını sürdürdükle­rini unutmuş değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, deği­şikliklere ve uygarlığa daha^ fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu; bizce de sabit olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya cemiyetleri hoş karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede önlenmesinin mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından nihayetine kadar, milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve kötülüklerine, medeniyete olan kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari ve içtimai kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet, aynı haslet hattâda, aynı kıyafetle görü­lür.

Fransa inkılabı tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez nu­muneler vardır. Bu söylediğimizi Engelhard'da apaçık olma­makla beraber tasdik ediyor ve kendi sözünü defaetie nakz ediyor.

Sultan Mahmud'un, Deli Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip olamadığını, düşünce ve batıl itikatların arayada gir­mesi yüzünden dışarıdan ihtisas sahibi kimseleri getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi ve hürmete şayan va­tanperverler bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulun­duklarını, İstanbul'da ve vilayetlerde var olan isyana dair dü­şüncelerin, padişahı millete bağlayan bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830 senesinde avrupa'da, yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin, Petersburg şehrindeki müzakerelerde Osmanlı devletinin top­raklarının paylaşımını, teklif etmiş bulunduğunu da yazmış.

Hakikaten; Edirne antlaşmasından sonra Mehmed Ali ha­disesini yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi ile Sultan Mahmud'un acziyete düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora meselesi hakkındaki Rus elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla bunlar, devlet-i âliyemizin bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuv­vet ve sağlamlığını bütün bütün azaltmak için uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir şekilde kabul olunur şeylerden olma­yıp, sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan yardım isteyip, davranmaktan başka çare yoktur." Diyebilen bu padişah-ı cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı bildiği Rusya'nın korumasına rıza göstermişti.

Dış görünümde olsun, iç görünüşten olsun bu mel'un iltica padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar döneminde tatbik ettiği bir meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de pek daha çok idi. 1245/1829 yılında Edirne sulhunun he­men başında, İstanbul'un içine düştüğü şekil ve durum, hü­kümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh hâli bir dere­ceye kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın, mukavemet imkânı bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında muhtar bırakması üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi, müzakerelere vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine arzoiundu-ğunda: "Benim muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir. Saltanatın gailesinden usandım. Varın, fetvahanede meşveret edin." Diyerek, bir müşavere meclisi yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun yapılmasını karar altına aldık­tan gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da karara bağla­mıştı. Lütfi, tarihini payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbi­rin sebeb olduğu döğüş kavga ve karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme almaktan kendini alamamış. "Meşveret­ten çıkan karar üzerine, müslüman ahalinin tamamının si­lahlanması emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının silahlanmasında pek açık olan mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten sonra, esnaf takımı, iş ve güçleriyle meş­gul olurken silah kuşanmasıda tenbih edilmişti. Daha sonra esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün gel­mesi, ahalinin dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına kıyılmıştı. ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde İstanbul'un kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuş­tur.

a) İstanbul ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere yüksek sesle karşı koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun gelmiştir.

b) Yeniçeri vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanla­rını kurutmuş ve halkın gözüne çirkin görünen frenk davranı­şı olarak kabul olunan ihtisab rüsumu gibi sonradan adet ol­muşun taraftarı belkîde kurucusu olan serasker Hüsrev paşa ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin mağlubiyetinden, bazı beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın İstanbul üzerine doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana çıkarmak içindir, yirmibin ye­niçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının yayımları, ahalinin zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında dehşetli, türlü türlü düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâ­zım gelen bir yahudiyi cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraf­taki dükkânlardan hammaliye adı altında parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu hammaliyeyi vermekten içti-nab eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar. Haydut yahudi, bağıra çağıra Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya başlar. Bu kaçışı görenler de acaba yeniçerileri tu­tanlar ayaklandımı endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu endişeleri haber alan idare-i devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin için serasker Hüsrev Paşa başda olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa ticari merkezlerinde ve esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar gözlem altına alınırken, yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları kimseleri enterne etme yoluna gittikleri gibi kimi­lerinin, hayatlarını nihayetlendirme yoluna gittiler. Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve kayıklarda kürek çek-mekden ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed Ağayı, Eminönü meydanı ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler kethüdası Tavil.Mehmed Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi CInkapanfnda ve Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de, Üsküdar'da idam ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâh­yası Şâkir'i, Kömürcüler kethüdası Ali'yi, Taşçı Mehmed Us­ta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık ithamıyla bir kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engel­hard, bu ifadeleriyle Sultan Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir değişiklik olma­dığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkar­mak mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar ise, hesabını vereceği­miz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok önem veririz.

Meselâ, sîzdenolan idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğer­le, alessultan huruç'a teşebbüs bizim fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp ahirete de iltisakı vardır. Padişah ise;yine dinimizin net olarak adaleti emrederken, adaletli ol­manın faziletini öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki, misâl olarak bîr saat adaletle hükmetmenin yetmiş rekât nafile na­mazdan efdaldir, yâni değerlidir demek suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul vedemergup olmak onun farz kıl­dığı ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni nafile ibadetlerle kendisine, daha yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyu­ruyor ve namaz'ın ise gözümün nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd namazlarına Efendimizin "Gecenin Ge­linleri" adını takdığını haber veriyorlar.

Şimdi; adaletin bir saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i âlâyı kazanmaya kalkmaz, iş­te osmanlı padişahları da cihana hükmeden tahtlarından adalet güneşinin her yerde pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye addettiklerinden dolayı dikkat ve itina ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu ara­mak ve talibi olmak addedileceğinden ne halkda isyan ne de devlette ve padişahda istikrar hattında fazla bir kayma bek­lenemezdi kalmamıştı.

Sultan 2. Mahmud her ne kadar "saltanatın derdinden usandım" demişse de, devlet idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk ise, ıslahatı kabul eder vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan ezeli düşman rusya ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile şeyh tas­laklarının, cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdik­leri
Cehalet ve taassup öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirt­tirmez. Bir zamanlar nasıl yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman kullanmadılarsa, şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza pişiriyorsada, yenilik­lere ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye bakıyordu. Kim bilir 1244/1828 senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma esnasında sadrazamı, başında kenarı sırma ile işlen­miş fesi yakası som sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş, seraskeri de sırma işleme fesli, yakası sır­malı yeşil kumaştan bir elbise ve sadaret kaymakamına mahsus takımla donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaş­tan ferace ile örtülü takımlarını terk edip, Banaluka eğeri ör­tüsü, eğeri ise saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla, hilâli göğüse yapışık atlara binmiş olduklarını görünce ne demişler­di? Ne dediklerini bir kaç satır sonra kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar giyimlerinde kullandığı elbiseleri şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti galebe ederek süs ve göste­rişe hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda ve resmi elbiselerde de hadd-i şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olun­du." şeklinde kibir kabul ediliş hakim olduğu kanaatine varı­larak, elbise meselesindeki tekliflerinde şukka (kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin icabındandır diye bildirilmiş isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a, taassup sahiple­rinin büyük buğuz ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o se­nenin padişah alayının Rami kışlasında olması vede ramazan bayramının tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla süslü başlık, üzerinde sorguçlu fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur, yaka ve güneş sembolü kıymetli taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise) giymiş olarak tahta oturmuştu. Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yu­karıda ne demişlerdi deyip aşağıda yazacağımızı söylediği­miz malumatın, Tarihi Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan alınan sa­tırlar ile sayfamızısüslüyoruz: ".Asakir-i zabitanında meşhur­larından Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey, açıkça rama­zanda gündüz gözüyle yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş olduklarından, biri İzmit'e diğeri Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza göre, o sırada setre-pantolon giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş olduğun­dan, Hasan bey ile Avni beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde tepki verece­ğini ölçmeye kalkışmışlar. Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler diye kabul olunmakla beraber, kabahati bunlara yüklemek için oruç yedikleri bahanesiyle sürgün edilmişler­dir. (İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama önem verme­yince dikkat çekebilmek için o devirde kolay kolay, rastlan­mayacak olan alenen oruç yeme eylemi gerçekleştirilip, el­biselere ahalinin dikkati çekilme provokasyonu yapılmış ol­ması muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı zamanda pek şakacı bir zât-ı muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahali­nin hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da, bilhassa taassub sa­hiplerince şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden Boş­nak Mustafa adlı biri ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise tarzını benimseyenleri tekfir etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının sayısında görülen artışın yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri takip birbirinden aşağı kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki ge­misinde tertib ettiği baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan sonra, bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre: "sabaha kadar çe­şit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu davete katıl­mak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine; Lütfi tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey, Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok şey yapmayı bilmiş­ler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devlet­çe bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir" demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiş­tir. Bu baloya davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih bakımından değeri büyükçe bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi o!an Avusturya­'ya gitmekte olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat elbise sipariş etmiş. Husar, bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde, imparator bundan pek memnun olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti. Ancak bu sandıklar mey­dana çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten, hükü­met bir taraftan istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni anlayışı harekete geçirecek hazırlıkların başlangıcını ha­zırlamaktaydı. Yabancılar ile temasımız çoğalıp avrupa usûl­lerine eğilim bir hayli fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve yeni muamelelerin elde edilmesi için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor, tibhene-den, enderun ağalarından, seçilecekler ve gönderileceklerin listesi meydana getirilmişti. Ne varki halk bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı. Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş tarafında adı geçen Esad efendi: İlk yollanan talebe harb okulu mühendishane talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek tıbhane gerekse ende­run talebelerinin gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza etmek şartı ile ıslaha­ta gitmek isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara karşı, milletin bireylerinin vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz için her iki tarafın bize garib görünmekte olan te­şebbüslerini ve anlayışlarını topluyoruz. Bu teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış gayri muntazam durak yerlerini andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, isti­rahat fikri de bir tehlikedir.

Sultan 2. Mahmud; sık sık adaletle ilgili emirler yayımlı­yordu. Bunlarda: "Usûl ve adetlerden alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve bahanelerle fakir ahaliden para alınmaması, ve­zirler ile mirmiran ve memurlardan kim olursa olsun yollar­da sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi paralarıyla te­min edip, ahaliye zulüm yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada hristiyanlannda nak­kaşlık yapmakta serbest oldukları, Rusya ve Yunan mesele­lerinden dolayı bekaya da kalıp çoğugayri müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin kesenin af olunduğu İlân edildi.

1237/1821senesinde Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair, yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel mesabesinde bir müjde dense yendir. Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada: "Medeniyetin usûllerine ait hususları halka haber vermek için, zamana dair vukubu-lan olaylardan bahs ve seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile haftalık türkçe yayımlanan bir haber organının basımı başladı." demiş, adının da Sultan 2. Mahmud tarafından ve­rilmiş olduğunu açıklıyordu.

Takvim-i Vekayii bir çeşit resmi gazete olarak yayımlan­masından başka birde, "Takvimhane" adı verilmiş bir matbu­at dairesi meydana getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire önce­ki serasker kapışma yakın, eski matbaa-i amirenin yanı ba­şındaki köşede bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve takvimhane nazırlığı­na Mekke pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu. Cllemadanda Karsizâde Cemâl efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye amedi hulefası mensubundan olan Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle, haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu gazete vükela yâni, bakanlar kurulu üyelerine, komutanlara ve ileri gelen memurlara, anadolu ve rumeli bölgelerinde bulunmak­ta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere her-hafta dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Tak­vim-i vekayii'n ilk nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların, hükümet üzerinde hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet arasında, ortaya çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu çalış­maların doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusu­nu itiraf saymak mümkündür. Öte taraftanda yukarıda sözü­nü etmiş olduğumuz vekayi'deli mukaddeme yâni giriş yazı­sı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini gösteren hâli olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da önem taşıdığı inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak şekilde sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:

Takvim-İ Vekayii Mukaddemesi


Tarih denilen ilm-i fen, bu dünya hayatında vukubulan halleri vakti ve zamanı içinde tesbit ve anlatmaya çalışmak­tan ibaret ve de, geçmişten ahaliye hisse çıkartacak bilgiler ulaştırma vazifesini üzerine almış yoldur. Bu ilmin faydası o kadar da fazladırki, hattâ bazı âlimler, tarih ilmi, devletin ka­nunlarını hafızada tutan, milletin ahvalini lâyık olduğu vacibi-yet derecesine yakın bulduklarımda açıklamaya kadar git­mişlerdir. Meşhur yazarlardan "Lâmiye" adlı eserin şârihi, Safdi'nİn söylediği gibi, Abbasi devleti döneminde h. 422/1030 senesinde halifeliğe getirilmiş bulunan Kaim Ab­basi devrinde, Hayber yahudileri neslinden bazıları, güya de­deleri ve- sonraki nesilleri, Hayber fethinin hemen ardından yazılmış ve haraçdan hariç tutulduklarını belirten ve Hz. Al-i'yül Murtaza'ya ait olduğunu ileri sürdükleri bir yazıyla, şahid olarak da Saad ibni Muaz ve Hz. Muaviye'yi gösterirler. Bu yazı sayesinde de, divandan senette yazılanların yerine getirilmesini talep ederler. Halife kendisine ulaşan bu talebe karşılık, derhal icabet karan verir. Ancak bu talebin bir nüs­hasını gören o devrin reisülküttabı makamında bulunan Ebul Kasım bin Mesleme adlı zâta, bir şüphe gelip bu sırada tarih­çi olarak nam yapan Hatibi Bağdadi'ye iddiaya senet olan kâğıd gösterilir. Tarihçi Hatibi; bu senet sahih değildir, çünkü "Hayber kalesinin fethi h. 7. senede, gerçekleşmiş, Hz. Mu-aviye'nin ashabdan sayılması h. 9. yılında vukubulmuş Saad hz. leri ise, h. 5. yılında ahirete intikal ettiğiiçinde bu tarihler­deki uygunsuzluk, senedin sahih olmadığının delilini teşkil eder." cevabını verir. O yahudiferde bu ispata karşı bir cevap verememişler. Kâğıdın düzme olduğunu itiraf etmişlerdir. İş­bu nakledilen rivayetteki husus, tarih ilminin pek lüzumlu ol­duğuna şahadet eden kuvvetli bir delildir.

Bu bakımdan eskiden islâm devletlerinde ve diğer devlet­lerde bu ilime itinaya gayret gösterilip, müfessirlerden ve ha-disçilerden İbni Kesir, İmam-ı Suyuti, İbni Cevzi, Kadı Beyza-vi ile İbni Haldun gibi büyük zevat ve hükümlerde dirayet sa­hibi, tarihler kaleme almışlardır. Buna bağlı olarakda, Os­manlı devletininde büyük dikkat, itina göstererek, önceleri şehnameci adıyla, daha sonra da vakanüvis denmek şekliyle kurulan makamlara bağımsız bir şekilde, tarihin yazılması görevi verilmiştir.

Bu yazılanlar üzerinden, otuz yıl kadar geçince bastırılıp, halkın okuyup öğrenmesi eskiden beri yapıla gelmiştir. Na-ima, Raşid, Subhi ve İzzi, Vasıfın tarihleri bu söylediklerimizin şahididir. Lâkin, kötü vakalarınmeydana geldiği zamanda neşir ediş ve duyuruş, hakiki sebebin, gizli kalması gerekti­ğinde insanın tabiyatında var olan, hakikata varmak, bilmediğine itiraz etmek üzere cibilliyet taşıması yüzünden, ortaya çıkan bunca iç ve dış işlerede ait değişikliklere ve diğer du­rumlara, devlet erkânının hayal ve hatırına gelmemiş büyük muammalar gibi, çeşit çeşit manâlar verileceği malumdur. İşbu kıylü kaale sebeb olacağından nâşi, halkı da birmiktar mazur tutmak mümkünse de, bu vaziyeti cahilane dedikodu yapanlara hesap sorulmağa ve ithama sebeb olacağından aslı esası olmayan hususlarda devletin, bütün tebasının hu­zurunu bozacak, güçlü görüntüsünü giderecek bir şeydir. Beldelerde yaşamakta olan ahali pek vahim vesvese ve kötü zan dağdağasından, kurtularak bu yüzden asayiş-i umumi-yenin, seçme ve büyük padişahlardan olan Sultan 2. Mah-mudun merhametli, şefkatli idaresi halkı malâyaniden kurta­rarak, iyi bir şekle koyması mümkün olmuştur. Bu hususlar babıâlideki meclis-i meşverette, vezirler İledevlet adamlarıyla konuşulduktan maada, şurâ'ya vazifeli âlim ve memurlarla da müzakere edildi.

ülkenin dış ve iç meselelerine ait işlerde hiç bir gecikme yapılmadan hakiki sebebleri ve icabat-ı zaruriyi bildirmek suretiyle halka duyurmak böylece, ahali hakikatin tamamına dair bilgi sahibi olup, eskisi gibide kimilerinin çıkardığı, asıl­sız esassız sözlerden çıkardığı manâlara kulak vererek ızdıra-ba duçar olmayacakları pek açık olmak üzere görülecektir. Ayrıca bütün fenlere ve ilimlere, erzak ile mallara velhasıl ti­carete ait maddelere de neşriyatta yerverilecektir. Padişahı­mız efendimiz, merhameti ilede tebaasının her halini düşü­nen asilâne davranışıyla emir vermiştir. İstanbul'da mevcud olan basımhaneden, başka bir basımevi daha yapılması ka­rarlaştırılarak, meydana gelen vakaları çeşitli lisanlarda ba­sarak neşredip duyurma, padişahın isteği oiarakdave yüksek müsaadeleri dairesinde, İstanbul'da tab olunarak basılan daireyede, Takvim-i Vekayiname-i Amire adı verildi. Mekke payelilerden vakanüvis şeyhzade Esseyid Es'ad efendi nazır, babıâli'den idari işlere ait vukuat ve bab-ı seraskeri'den as­kerlik ile alakalı meseleler için, her gün özet yapılarak habe-rinâzır tarafından verilmekde hizmetine esas vazifelerine za­rar vermemek şartıyla, amedi kaleminden elan küçük evkaf hocası Sârim efendi, vazifesi dolaysıyla seraskerlik de bulu­nan hacegândan valide kethüdasızâde Said bey tayin olun­muştur.

Tâbi olunacak emirler ikiye ayrılmış olup, bir kısmında içişlerinde resmiyeti olan ve devlete ait meselelere aid olan vakaların basımına, ikinci kısmı ise; resmiyete dayanmayan dışarıda bulunan kaynaklardan alınan bazı haberleri, sanayi ve ticarete dair olan bilgileri kapsayanları vaktin icab ettiği hal ve vakit dünya aynasında yüz gösteren işlerin yazılmasi-nada, müsaade verilmiş bu bilgilerden istifade etmek iste-yenlerede yıllığın 120 kuruştan almabilinmesine ruhsat veril­miştir. "İşte böylece 1247/1831 senesinde, Osmanlı matbuat hayatı başlamış, ahali ile devlet arasında bir haberleşme ka­pısı açılmıştı. İşkodralı Mustafa paşa isyanını takip ve görü­nüşte, ihtisap usûlünün tatbikinden çıkan Şam meselesi ile Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali paşa hadisesi yavaş yavaş İs-tanbulda görülmeye başlamış olan batı usûlüne eğilimin te­şebbüslerine şahid olunmaktaydı. Bilhassa Kavalalı hadisesi büyüdükçe İstanbul daha çok sarsıntıya maruz kalıyordu. Kavalalı Mehmed Ali paşa, ordu vedonanma kuruyor, Mısır'ı büyük bir ticaret merkezi haline getirerek yüzmilyondan fazla gelire, sahip bir devlet şekline yükseltiyordu. Osmanlı devleti gibi koca bir imparatorluğun içinden, o devletin dahi sahip olamadığı, medeni şekilde yaşamakta olan bir bağımsız dev­let çıkarmağa uğraşıyor, başka bir deyimle de padişah, ken-

A\ kölesine, valisine mağlup oluyor, Mehmed Ali, avrupa ve bilhassa Fransa ile İngiliz basını yardımıyla, maksadını temi­ne gayret sarfediyordu.

Bu vaziyet, bize avrupahalkının düşüncesini paylaşarak onları kazanmaktaki kuvvet artışımızı ihsas etmiş oluyordu. Sultan Mahmud, Nizip'de aldığı mağlubiyetin acısını bizatihi nefsinde hissetmişti. Rusya'nın uzatmış olduğu himayeci eli­ni Hünkâr iskelesi antlaşması adı altında yakalama mecbu-riyetinedüşmüş oluyordu. Kendisinin bir valisinden, eski düş­manına dehalete mecbur kalıyordu, ne yazık!



Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?


Tanzimat-i Hayriye: Sultan 2. Mahmud, meşrutiyete doğ­rumu gidiyordu? Padişahın her iradesinden tenbelliği görün­mekteydi, biritirafname, adalet fermanları, adi emirlerden sa­yılan, Sultan 2. Mahmud'u halk ve taassup karşısında, iyi göstermeyen vakaların bazıları, bir kısım işlerinin ve teşeb­büslerinin faydalıları, Reşid paşanın memuriyetinin ilk döne­mi: devleti âliyede yegânebir devlet adamı ve siyasi yetişi-yor-Padişahın resmi meselesi ile resimi asma alayı, bunun tesiri-Paris sefiri Reşid Bey'inesas vazifesi: Devleti âliye eski tarzı terk ediyor, Maliye nazırlığı, divan-ı ahkâmı adliye ve dârüş şurâ-İ babıâl-i meclislerinin tertibi ve kurulmasi-Engel-hardın dediği iki meclis. Bu meclislerin tertibi, kuruluşu, ha­riciye vede dahiliye memurlarının biribirlerinden ayrılması-Rütbelere dair, yeni teşrifat-Ziraat, sanat ve ticaret meclisle­rinin kuruluşu-Memura maaş-Feragat ve intikale dair yeni nizam- Rüşdiye okullarının kuruluşu Sultan 2. Mahmud'un vefatı. - Türkiye ve Tanzimat adlı eserin yazarının: "Kendi te-basının lanet ve nefretine duçar olan Sultan 2. Mahmud, bir ara şiddetini azaltarak, daha yumuşak davranmaya başladı.

Devletin işlerini yainız başına idare etmekten bir anda vaz­geçti. O karan verene kadar, dışişlere ait evraklar saraya gelmekteyken yayımladığı bir emirle bundan böyle babıâlİ-ye, reisülküttap efendiye yâni dışişleri bakanına gönderilme­sini bildirdi. Öte taraftan adetâ kendisininde selahiyetlerinin ortağı mesabesine gelecekiki meclisin kurulmasına müsaade etti. Bu tarz idareyi, hükümdarın mutlak hâkimiyetine karşı bir ademi merkeziyet idiki yâni merkeziyet idaresinin terki sayılabilirdi.

Diğer bir tabirlede meşrutiyet görüşüne kapı açma şekli­nin başlangıcıydı." Sözlerindeki ifadeye bakarak bunları tarih sayfaları içinde araşdiralım. Hakikaten Sultan 2. Mahmud'a harici ve dahili işlerin çokluğundan nefret etmekten ziyade bir tenbellik gelmişti Tarih-i Lütfi'de yer alan iradelerinde he­men hemen hepsindeki halet-i ruhiyesi bunu gösterir. Mutia-kiyet, emru irade zamanlarında kendisini mesuliyetsiz saydı­ğı zannına kapılsada, yayımlanan emrü irade tatbikata girip kötü netice verdikçe kendisinden daha mutlak ve müstebid kesilmiş olan bir başkasının, yâni hâkim olmak istediği umu­mi düşüncenin karşısında, mesul sayıldığını bütün şiddetiyle anlar. Onu bulunduğu vaziyetten ancak halk önünde müka­fatlarla taltif ettiği ve başına toplamış olduğu taraftar kitlesi kurtarır. Biz burada, sosyal felsefeye girişmekten ziyade, ta­rih sahifeleriyle maksadı açıklamaya çalışacağımızdan, 2. Mahmud'un 1246/1831tarihinde Diyarıbekir valisi Ebu La-bud paşanın azli münasebetiyle babıâli'ye gönderdiği iradeyi buraya alarak, samimi bir itirafname olan İfadesini nazarı dikkatle sunuyoruz:



İrade-İ Senıye Sureti


"Yalnız Ebu Labud paşanın defedilmesiyle anadoludan zü­lüm kalkmaz. Anadolu ahalisinin hali pek yamandır. Fakirle­rin vaziyeti böyle iken devleti âliyemiz belâlardan kurtula­maz. İşte çekilen zorlukların ve meşakkatin bütün sebebi fu­karanın feryatve figanıdır. Sen ve memurların başbaşa verip, bu mezalim ve taarruzun hafiflemesi ne şekilde mümkün olabilecekse tedbiri çaresine gayret edesin. Fukaranın, refah ve asayiş durumu düzeltilmedikçe bütün işlerin sarpa sara­cağı açıkça görünüyor. İştehakiki sebeb mezalimden çıkı­yor." Sultan 2. Mahmud bu iradesiyle, anadoluyu yakıp ka­vuran mezalimin karşısında dikilmiş, sessizce bir heykeli seyreder gibi memleketin durmunun idraki içinde olduğunu itiraf ediyor.

Halbuki o zamanlar zulümlerin defedilebilmesi için ismi var, te'siri yok hükmünde olan ve depek bilinen üren memurların yol masraflarını ve sürdükleri hayvanla­rın, ücretleri ve haber verme ücretleri fukaranın sırtına yük­lenmiş olduğundan, zulûmü'öef için alınan tedbirler başka bir sıkıntıya sebeb oluyordu. Sultan 2. Mahmud'u mutaassıp halk karşısında hatalı gösterennüfus sayımı, gayri müslimle-rin mabedierinin tamir yapımına müsaade, Hocapaşa ile Ci-bali gibi pek büyük yangınların çıkması, fes'in yayılması, gi­bi haller ile Mısır meselesinin aldığı vaziyet, ezeli ve ebedi düşmanımız olan Rusya ile yapılan antlaşma, Sırbistana imtiyaz verme durumuna düşme, Yunanistan'ın bağımsızlığının tasdiki gibi vaka aralarında birinci defa olarak, İstanbul'dan İzmit'e kadar bir posta yolu yapılmış, padişah tarafından biz­zat açılışı yapıldı, İstanbul'dan Edirne'ye kadar başka bir yo­lun yapımına başlanması, Anadolu, Rumeli taraflarında ye­dek asker teşkilatlarının kurulması, geçiş nizamnamesinin tatbiki, mekteb-i harbiyenin tamamlanması, ilmi, askeri ve erbab-i kalemin, rütbelerinin bir nizama bağlanması, iftihar nişanlarının verilmeye başlanması, bunların vezir, vükelaya verildiği gibi patrik ve hahambaşılarına verilmesi," Paris, Londra ve Viyana'ya kalıcı sefirler gönderilmesi, babıâli'deki tercüme kalemi'nin kurulması gibi, İcraatlar ve faydalı teşeb­büslerde yapıla geliyordu. Fakat bu dönem içinde en mühim olan Reşid bey gibi bir zât'ın ortaya çıkmasıdır. Bu zatsa, ge­leceğin Büyük Mustafa Reşid Paşasıydı.



Batı Tarzında İşler


Sultan 2. Mahmud'u ahali gözünde hoş göstermeyen hâl­lerin başında batı tarzında her şey kabul görüyor, anane ve yerleşmiş olan herşeyde bir değişime koşuluyordu. Meselâ; askerî ve mülkî idareden bazılarına padişahın resmi gönderi­liyor bunun asılması isteniyordu, ki devrin tâbiri ise resmin duvara talik olunmasiydı. Bu mevzuda Lütfi Târihinin, 5. sh. de şu tafsilat hayli dikkat-ı câlibdir: "Yeni mülki ve askeri ni­zama itina edildiğisırada alafrangaya dâir bazı hususların ye­rine getirilmesi düşünülme ve faaliyeti ise görülmeğe başlan­mıştı. Bu icraatın içinden sayılan padişahın resmi, askerî ve-de mülkî dâirelerin duvarlarına asılması için gönderilmeye başlandı. Resmin asılmasıiçin, görmeğe pek değer olan, bü­yük gösterişlerin sergilendiği resmi geçidler yapıldı. Komu­tanlar ve subaylar nişanlarını takmışlar sırmalı resmi elbise­lerini giymişler, sabah erkenden de Hassa müşiri Fevzi Paşa silahhanesinde toplanarak, yeni çıkansancaklı sandallarla gelen bir tabur bahriye askeri, iki taburhassa askeri, üç'er kı­ta top ve mükemmel mızıka ile Beylerbeyi sarayı arkasında ve bir taburu Nuh kuyusu caddesinde ve iki taburu Mehmed paşa köşküne harbiye taburu içkışlaya ve altı kıta top ile bir alay süvari Haydarpaşa sahrası, üstüne, bahriye taburu Bağ-larbaşında mükemmel top ve mızıkalarıyla beraber iki sıralı saf halinde saygı selâmı ve saraydan kışlaya kadar, kırkar adım fasılalı süvari ve piyade karakolları resmi bekler olduk­ları haldekomutan ve subaylar ata binmiş ve altmış kadar nefer ve çavuşlar yürüyerek, önde olarak resmi taşıyan pay-tonun binek taşınayanaştırılmasıyla, konulacağı yere asmak üzere, hassa feriki Fethi paşa ile Haremeyn mutasarrıfı Nuri paşa, gerek hassa ordusu, gerekse Mansure-i Muhammedi ordusu müşirleri paytonun önünde, kurenadan İzzet bey ile serasker Hüsrev paşa arkasında olduğu halde Selimiye kışla­sına gitmişlerdir. Padişah merasim kıtasını seyretmek için, deniz yolundan kışlaya teşrif eylemişti. Yolculuk sırasında, tabur ve alayların hizasına gelindiğinde, mızıkalar eşliğinde resmi selâm ve hürmet yapılarak, kışlaya yakınlaşıldığında vezirler ve komutanlar atlarından inerek padişah resmini ala­rak, hazırlanan yere konulduğunu ve kurbanlar kesildiğini, arkasından Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi şeyhinin ellerini kaldırıp dua ederek, Sünbüliye tarikatından meşhur meşa-yihlerinden Yûnus efendi fatiha çektiği görüldü. Hemen 21pare top atılmış ve ihtiram duruşunun nöbet atışı olarak, bir miktar tâlim yapıldıktan sonra da, resmin önünden mev­cut asker geçirilmiş ve o akşam Selimiye kışlasının içi, dışı kandillerle donanarak, havayada fişekler atılmıştır. Bir kaç gün sonra babıâliye gönderilen resim alayı da, görülecek şeydi Resmin asılması o devrin mutaassıp kimseleri nezdin-de pek fena telakki edilmiş, her günden güne itirazların tevi-lâti, hâttâ Arabistan bölgesinde kötü tefsire sebeb oldu. Sul­tan Mahmud'unvefatmdan sonra bu resimler kaldırılmıştır.

Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulu­nan amedi divanı hümayun Reşid bey'İn esas memuriyeti: 'Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır valisi Men-med Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-i umumiyesini lehine imale et­mek, onun için bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbet­lerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka zamanın en mühim meselele­rinden olan Mısır meselesi hususunda, Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmak­tı.

Esasında Osmanlı devletinde eski usûlü terk etmek niyeti arasıra tatbike konurdu. 1253/1837'de maliye nezaretinin kurulması ve mühim olup, yine aynı senede ahkâm-ı adliye ve şurâ-i babıâlİ adlarıyla iki meclisin kurulduğunu görüyo­ruz.

Engelhard'm "adetâ hükümdarın hukuk ve selahiyetine, iştirak edecek surette iki meclis" dediği bu adı geçen meclis­lerdir. Bu bakımdan elde mevcut malumata göre bu iki mec­lisi tahlile alalım: 1252/1836'da Sultan Mahmud, askeri işle­rin müzakeresinde kolaylık temini için babıseraskeride, Dâr-ı Şurâ-i Askeriyye adı ile bir meclisin toplanmasını emredip, özel bir daire yapıhpda içi de döşenmiştir. Bundan başkada, "Mesalih-i ibadm bizzat rüyet ve tahkiki ve verilen arzuhaller iie, evrakı sairenin mütalaa ve tetkiki meyamnda huzur-u sadrazamVde mutad olan dîvân tertibi usûlü bir zamandan beri metruk kaldığı halde, mezkûr usûlün ihyası.," dahi tatbik mevkiine konulmuştu. Bu pek defaydalı teşkilat, iki meciis halinde ve daha geniş hale getirildi. Bu hususta aşağıya aldı­ğımız Tarihi Lütfi'deki ibareler dikkatle okunmalıdır: "müşa­vere hususundaki şartların daha önceki vakitte ehemmiyyeti padişah tarafından takdir buyurulmuştur. Tehlike derecesi yükselme istidadı gösteren, istibdad anlayışının birinci dere­cesi de, kendini göstermekteydi. Devlet idaresinde yalnız ba­şında nefsi ile başbaşa idare tarzı sergilerken, hiddet ve şid­dete bağlılığı müsaid gibi görülmüşkende, pek gönül alıcı meziyetleri ile devleti, hami^etkârane davranışlarla ilk defa ve devamlı olmak anlayışıyla Gülhane'de, Ahkâm-ı Adliye ve Babıâli'de, Dâr-ı şur'â-i babıâli isimleriyle, iki tane müşa­vere meclisi ve bunlarca kullanılacak nizamnameler icabınca devlet ve milletin işlerinin o meclislerde, müzakere olunup çare olucu kararlar alınmadıkça tatbike geçilmemesi husu­sunda, irade buyrulmuştur." Pek açık olarak görülmektedir ki; Sultan 2. Mahmud, mecburiyetten istibdad idaresinin kendine vermiş olduğu, geniş selahiyeti daraltmıştır. Bu mecburiyetde, avrupada tatbik görmekte olan siyasi ve idare ' işlerdeki değişikliği görmekten dolayı idi. Ayrıca istibdad idaresinin bütün boyutu ile zarar verici neticelerinin Cezayir, Mısır, Romanya, Sırbistanla A^ora gibi merkezlerde görül­mekte olduğuydu. Çünkü buralarda görülen ihtilâl emarele­riydi. Alınan tedbirler bu emareleri değil ortadan kaldırmak-tam tersi netice vermesi, başka hususlardan kaynaklanmış­tır. Bu kaynaklardan biri, iç yapıda idareye karşı bir nefret hissininortaya çıkmış olmasıdır. Şurâ-i devlet taslağı, bir par­ça daha yontulup, yeni bir tarz-ı makbule haline giriyordu. Ahkâm-ı adliye adı verilen meciis-i müşavere kurulana il­könce dahil olan zevatın isimlerini buraya dercedelim: Reis: Eski Serasker Hüsrev paşa Aza :Eski kazaskerlerden Emin-beyzâde Abdülkadir bey ":Evkaf Nâzın Ziver efendi.

Hüsrev paşa: Yan başlık olarak adını belirttiğimiz zat, 3. Selim, 2. Mahmud ve Abdüîmecid hân devirlerinin sadrı-azamlarından biridir. Abazadır. Çok küçük yaşta enderunu hümayuna alınmış ve orada saray terbiyesi almıştır. 1206/1792 tarihinde kaptan-ı derya Küçük Hasan paşa ile saray-ı hümayundan çıkıp, kaptanpaşayamühürdar daha sonra kethüda olmuştu. 1216/1802 yılındada mirmiran rüt­besinde olarak, Karahisar'a vali oldu. Aynı sene Fransızların Mısır'dan kaçırılmaları üzerine eski sadrazam Hurşid Paşa maiyetinde iken, Mısır'a gelmesiylede İskenderiye muhafızı olmuştu. Mısır kölemenlerinin çıkardıkları karışıklıklarda ve Mehmed Ali'nin fitnelerini bastırmağa muvaffak olamıyarak, valiliği bırakıp dönmüştü. Sonra; Resmo, Selanik, Bosna, Ib-rail, Bolulu valiliklerinde, 1226/181 l'de kapdan-ı deryalık^ da, bir müddet şark seraskerliğinde ve 1238/1822'de 2. defa kapdanı deryalığa 1252/1836'da ihtiyarlığından tekaüd edil-

1837'de Ahkâm-ı adliye meclis reisliğine 1839'da, Sul­tan Abdüîmecid tahta çıktı 184l'de rüşvetle suçlanmış sada-retden sürgüne gitmiştir. 1854'de doksanbeş yaşında olduğu halde ölmüştür. Tâlim icadı bizde bu zata izafe edilir. Fes gi­yilmesinin önderidir, azalar:

Sabık Defteremini Said Muhib efendi "İhtisab Nâzın Hüse­yin Faik efendi "Duhan gümrüğü emini Mustafa Kani bey 1. Kâtib; Çavuşzâde Atıf bey 2." ":Kapı kethüdalarından Muhsin efendi Dâr-uş Şûra-i babıâli meclisine dahil zevat: Reis :Bağ-dat eski valisi Davut paşa Azalar: Erzurum eski Müşiri Es'ad paşa" :Kadıaskerlerlerden Çerkeşli Mehmed efendi ":Topha-ne eski Nâzın Arif bey " :Tenkihat (Bütçe) defteri memuru Ali Raif efendi " :Eski ruznamçeci Salih efendi " :Harbiye es­ki Nâzın Lebİb efendi 1. Kâtib:Eski mektupçulardan Nasır efendi 2. ". ahiliye eski nâzın Akif efendi Yukarıdaki liste­lerde adları bulunan zevat, 1255/1840 zilhicce/27'de Cuma günü hırkai şerif dairesinde, şeyhülislâmla vazifeli vezirler toplanmış yapılan duanın ardından şeyhülislâmca yemin tö­renleri gerçekleştirilmiş, arkasından hep birlikte padişahın huzuruna gidilmiştir. Sultan 2. Mahmud da İngilizler ile yaptı­ğı ticaret antlaşmasında bulunan, tekel idaresinin ve inhisar usulünün kaldırılmasına adeta serbesti'i ticariye'yi ilân eyle­miş daha sonra ki senede Rauf paşayıda başvekil ünvanıile işbaşına getirerek, avrupa biçimi bir bakanlar kurulu teşkil etmeye çalışmıştır. Bu hususta çıkardığı hattı hümayun'da, Akif paşanın hastalığından'*dolayi, devlet işlerine layıkı ile bakamamakta olduğunu ileri sürer. Başvekil unvanıyla sada­rete getirilen Rauf Paşa hakkında Ahmed Rasim şu biyografi­yi önümüze koyarak diyorki: "bu paşa 2. Mahmud ve Abdüî­mecid hân devirlerinde, beş kere sadarete getirilmiştir. İstan­bulludur. 1194/1780'de doğmuştur. 1276/1859'da yaşı sek­seni aştığı olduğu halde vefat etmiştir. 1222/1807'de sadaret mektupçusu, 1224/1809'da süvari mukabelecisi, 1226/1811'de, rikab-ı hümayun kaimmakami 1229/1814'de şıkk-ı evvel defterdarı, 1130/1815'de 1. sa­dareti, 1233/1818 senesinde azil olup, Sakız adasına sürgü­nü, 1237/1821'de şark seraskerliği vede Erzurum valiliği 1238/1822'de İran'la yapılacak, sulh heyetine memuriyet, aynı yıl 2. sadaretine getirilmiş ve de ilk defa başvekil unvanı ile bu göreve tâyin olunmuştur. Meclisi Ahkâmı adüye'ye ilk defa reis olan bu zattır. 1256/1840'da 3. sadareti, 4. sü ise, 1258/1842'5. si ve sonuncusu 1268/1852 senesinde diğer sadaret görevleri vukubuldu dürüst ve dirayet sahibi bir kim­seydi.

Diğer mühim bir zevatın arasında adı geçen Akif paşa: 1201/1786 senesinde Anadoluda Bozok kasabasında dün-ya'ya gelmiştir. 1263/1847'de; Hacdan dönüşünde İskende­riye'de vefat etmiştir. 1241/1825'de amedi divanıhümayun, 1242/1826'da Beyfikçi, 1245/1830'da reisülküttab, 1251/1835'de, reislik iptali üzerine vezirlik rütbesi ile Hârici yenâzırı, 1256/1840'da, Kocaeli valiliği bir müddet sürgün edilmiş ve bu dönemi Edirne'de geçirmiştir: Meşhur Tabsıra adlı değerli eserin müellifidir, "Tıfıl Nazeninim" adlı manzu­mesi meşhurdur. Bu iki zâtın kısa biyografilerinden sonra 2. Mahmud'un yeni anlayış ve yeni yaklaşımla İlgili icraatnı tahlil ve tenkide devam edelim.

Şöyleki: "Bulunduğumuz dönem içinde, yeni usûl kanun ve bunları tatbike kolaylık bulmak üzere devletimizin bütün işleri, nazırlıkların arasında taksim olunmuş böylece sadaret makammada iş kalmamışsada, yine bütün nazırların reisi makamında bulunması icabatından olup, bundan böyle sa­daret adı başvekil makama da başvekâlet adı uygun görül­müştür. Ancak sununda gözönüne alınması gerekirki; bir memuriyet müstakil olmayıp hizmet büyüklüğüne göre tayin olunmuş vekilin vakit ve icabına göre her hangisine, seçilirse ona ilave şeklinde ihale kılınmak, mührü hümayunumuz ise, eskiden sadrazamlarda olduğu gibi başvekillerin ellerine, emanet olunarak yürütülecektir. Sen ki;çok uzun zamandan beri, büyük işleri, saltanat-ı seniyemizde ve iki defa sadaret makamına gelerek, sadakatini isbat, dirayetini göstermiş ol­duğundan bu defa başvekâlet adlı yeni memuriyeti ve ayrıca buna ilave olarak da dahiliye vekâleti tevcih edilmesi kararlaş...

Başvekâletin teşekkül ettirilmesi, devlet işlerinin nezaretle­re tevzii suretiyle Sultan Mahmud, genel işlerden kısaltmayı tercih ettiği şeklinde görünüş vermektedir. İstibdad ve mutla-kiyet nâmına gösterilen bu fedakarlık, padişahça ve devletin­de üst görevlilerince yapılması gereken ıslahatın elzem oldu­ğunu gösteren büyük bir adım saymışlarsa da, esasta yinede insanı emin bir adım hususunda iknaya yetişmiyor. Neden mi?

Hükümdar bir kayida bağlı olmayıp, sırf kendi fikrini veya­hut diğer ilhamla hareket ediyordu. Ancak zamanla bu adım­lar geri alınsa bile kalan izleri asla silinmezdi. Devletin yük­sek memuriyetlerince husule getirilen bu değişime, "Tevci-hat-ı mutade" adı ile eskiden beri ramazan bayramında uy­gulanırken, daha sonralarıda şaban ayında yerine getirilme­ye başlanan, hiç bir memui* ve hademenin görevsiz kalmayıp münavebe usulüyle istihdam edilmesinden ibaret olan, eski ve yanlış işlemin kaldırılması takip etmiştir ki, bu yol takip edildiği takdirde, zaruri görülmedikçe hiç kimse tebdil ve azi! olunmayacak demek idi. "Tevcihat-ı mutade" denilen usûl, herhangi bir memuriyetin bir sene müddetle bir kimseye kira usulüyle verilmesiydi.

O dönemde görevsiz yâni mazuliyet esnasında maaş alın­madığı için böyle görev kiralamış olan kimseler, mazuliyet dönemini nasıl geçiririm düşüncesine kiraladığı memuriyeti esnasında tutuluyordu. Yukarıda söylediğimiz görev dağıtma sisteminin kaldırılması neticesinde gündeme gelen "terfi ve vazifelendirme" usûlü oldu. Maaş tahsisi yâni maaş bağlan­ması hakkında padişahın hattında men-i irtişa, yâni rüşvetin yasaklığından ceza kanunnamesiyle irtibatlandırılarak me­muriyet vazifesinin tayini hakkında bahse önem verilmiştir. Bu hattı hümayunda deniliyorki: "Vekiller ve memurlar salta­natı seniyemize bu şekille yeter derecede maaş tertibinden murad-i şahanemiz gerek dinen gerekse aklen yasak ve za­rarlı olan kerih rüşvet belasının tamamen imha vede kaldırıl­ması devlet işlerimizin başında gelmektedir. Kulların vede devletin işlerine garaz karıştırılmayarak, düzenlenmesine ba­kılması ve böylece ülkemizin mamuriyetinide sağlama yolu-nunfaydasından ibarettir.

Buraya hemen kaydedelim ki, 1253/1838'in mart ayına kadar memurlar, kâtibler mâliye kasasında maaşlı değillerdi. Büyük memurlar, valiler ile taşra memurlarının senedebir de­fa "boğça baha" namıyla gönderdikleri şeylerle, teşrifatıkadi-me yâni eski usûl devlet nizamı İle verilen atiyye ve bekleti­len diğer memurların kalem kâtiblerinin hizmetleri, iş sahih­lerinden alınan kâğıd ve ilâm ücretleriyle divan-ı hümayun-kalemi, bazı mahalli memurları zeamet hasılatıyla geçinmek­teydiler.

1254/1838'de başvekil Rauf paşa tarafından vilayetlere yazılan mektupta: "Taşralarda bulunan memurlar gurubu ta­rafından da senede bir defa, vükelâ ve memurların tarafları­na gönderilmekte olan Hediye baha, maktuiyet şekline ko­nularak, zikrolunan maaşlara karşılık, hazine-i âmireye gelir olarak kayd olunduğundan dolaşıp gelir diyen babıâli, defterdarlık kapısı ve bütünkalem kâtibleri memurların maaşları karşılığı olarak kararlaştırılmış ve valilere gönderilen gönde­rilen mektubun son bölümündeki: "Hediye baha karşılığı ta-raf-ı âlilerinden ***
ürü olarak senede bir defa hazine-i âmire­ye gönderilmek üzere, 1253/1837'senesi martı başlangıcın­dan itibaren bendelerine taahhüt ettirilerek elinden senet alınmış"kaydına nazaran ilk maaşlarbu suretle temin oluna­rak devletin bütün gelirlerinin hazineimâliyesinde toplandığı tarihe kadar durum böyle sürüp gitmeye devam etmiştir, bü­tün memurların zimmetlerinde olan vazifelerini mecbur kılan talimnameler ile beraber her memurdan çıkması muhtemel olabilecek cenaha ve uygun zamanda, tenbellik derecesinin çokluğuna göre ceza kanunu düzenlenmesinide önceden ira­de etmiştim. İşte bu rüşvet faciasından bahseden maddede­ki, şiddetli cezalandırmayı icab edecek, cezalar müzakere olunduktansonra işbu ceza kanununa ilave olunsun.

Bu talimnameyi ve ceza kanunnamesini kararlaştırdıktan sonra, artık hiç hatır ile gönüle bakılmayarak, her kim ve hangi rütbede olursa olsun. Kararlaştırılan ceza, yerine getiri­leceği rüşveti alan ve veren cezaya uğratılacağını bu hususta taraf-i şahanelerimizden gizîive açık tahkikat ve araştırma yapmaktan uzak olunamayacağı bütün açıklığı ile bilinerek, Cenab-ı Hakk' cümleyi kurtuluş yolu olan, selametten ayır­maya, amin." Bu tarihi ifadeye göre nazırlıklar maiyetine müsteşarlar tayin olunmuş, hattâ başvekâlet maiyetine de bir memur verilmiştir. Çok dikkat çekicidir ki; Tanzimat-ı Hayriye'nin esası busırada konulanlarla başlamıştır. Yâni, ferman okunmadan bir geçiş dönemi ve hazırlık safhası tat­bikine başlandığı, anlaşılıyor. Meclis-i ahkâmı adliye toplan­tıları, başladığı tarihten itibaren bir takım faydalı teşekkülle­rin ihyasına el atmış vergi toplama meselesini sağlam bir kaideye yerleştirme lüzumunu düşünmüştür. Meclisin düşünüsü bu vergiyi hak olarak almak, ahaliye dağıtıp taksim et­mek olmuştur.. Bunda muvaffak olabilmek için ilk önce ha­ber verilmiş hizmeti tahsilatını, angarya erzakla meyve için alınan rüsumunu kaldırıyor. Vaka-i hayriyenin hemenpeşin-den zaptı muhallefat yâni mirasların zaptı usûlününde ilgası hakkında, çıkarılmış olan iradeyi kuvvetlendirme konusun­da" fakir ve gani (zengin) hiç bir kimsenin devlet tarafından miras kalmasına taarruz olunmamasına "ve emlâk ve arazi ticareti kârlarına nisbetle, hali hazırda olmak şartıyla hisse sahiplerinin paylarını, şer'i şerife göre tayin ve tevzi etmek ve Mart ayı başlangıcını sene başı kabul ederek, sicil mahke­mesince kayıt yapılıp, her şahsa bir senede iki taksitte vere­ceği verginin miktarını açıklayan bir mühürlü senet" verilme­sini tatbike koyuyor.

Hattâ o sene numune olmak üzere Bursa eyaletiylen, Geli­bolu sancağından emlâkleri yazmaya başlıyor. O ana kadar­da sadrazamın huzurunda yapılan duruşmada meşihat, yâni şeyhülislâmlık kapısına naklolunarak deavj-i nizamiyenin, deavi nazırının önünde haftada iki gün şeyhülislâmın yanın­da olduğu halde bakılması, hacet sahihlerinin rikâb-ı şaha­neye arzuhal vermeyerek merciine vermeleri de ilân edildi. Karantina usûlünün konması, bu sıralarda epeyice patırdı veitirazlara sebeb olmuştur. Babıâli'de toplanan dârüşşurâ'ya vazifeli kılınan zamanın âlimleri karantina tatbikine fetva ver­dikleri halde halkı, bu adetler frenklerden gelmiştir, gâvurlu kişidir, şeklinde cehalet kaidelerince hareket ederek karışıklı­ğa kıyam olunmuştur. Sultan Mahmud çıkarmış olduğu bir iradeyle, sağlık konusunda edille-i şer'iye ve akliyeye uy­gunluğunu, cevazın müsbet olduğunu, Takvim-i Vekayii'de 164. sayısında tafsilat dolu bir bend neşir lüzumunu hissedip, icra etti. Viyanadan ecnebi memurlar getirterek ilk önce mercii şer'iyesine eski kadılardan Es'ad efendi, işlerin tıbla ilgili tarafınada Abdülhak molla'y*. askeri yönünede asakir-i mansure feriki Namık paşayı tâyin ederek, ecnebilerle tıbbi­ye maddelerinin ve diğer hususların müzakeresini yapmaya vazifeli kılmıştır. Şimdi de hemencik, yukarda adı geçenler hakkında kısa bir malumatı çalışmamıza ilâve edelim:

(1) Muhammed Es'ad efendi, Sahaflar şeyhizâdeler diye tanınmıştır. Sultan 2. Mahmud döneminde Halet efendiye mensubiyet peyda ederek 1241/1825'de vakanüvis oldu. Daha sonra molla olup, 1244/1828'de ordu kadısı oldu, an­cak o sene azil olundu. 1247/1832'de Takvim-i Vekayi baş­muharrirliğine nasb olundu. Çok geçmeden de Takvimhane nazırı oldu. Bu münasebetle Osmanlı yazarlarınında ağaba bası ve önderi oldu. 1248/1833'de İstanbul payesine irtika etdi yâni yükseldi. Çok bir zaman geçmeden de İstanbul Ka­dılığı görevini aldı. Arkasından Anadolu payesini ihraz etti. Bu paye ile İran elçiliği vazifesi verildi. Bütün bunlar olurken Takvimhane nazırlığı da uhdesindeydi. 1254/1838'de, Ru­meli kazaskerliği payesine nail oldu. 1255/1839'da meclisi vâla azalığına, 1260/1844'de bilfiil Rumeli kazaskerliğine, 1262/1845'de kurulan maarifi umumiye nezaretine tâyin olundu. İlk maarif nâzın unvanını kullanan zatın Es'ad efendi olduğunu beyan etmiş olalım. 1264/1847 başlarında bu ne­zaretin lağvıyla az!onupmeclis-i maarif reisi oldu. Vefatı, 1264/rebiülahir-1848 senesinin mart ayında vukubulmuştur. Muhammed Es'ad efendi âlim, şâir güzel yazı yazan, divan şiirleri olan, üssüzafer adlı meşhur bir eseri ve birçok risale­si, vardır. İstanbul'da Yerebatan semtinde yaptırmış olduğu kütüphanesinde medfundur.

(2) Abdülhak Molla; Hekimbaşı Hayrullah efendinin toru­nudur. 1216/1801'de talebe olmuş 1244/1828'de Eskişehir Fenari, 1246/1830'da Mekke-i Mükerrerne kadılığına, 1249/1834'de İstanbul Kadılığına 1252/1836 Anadolu, 1257/1841'de Rumeli kadılığına tayinedilmiştir. 1264/1848!de, meclisi maarif reisliğine geçmiştir. Tıb ilmine vukufiyeti vardı, Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hanların dönemlerinde üç defa baştabibliğe tayin edilmiştir. Çokuzun müddet tıbbiye nazırlığında bulunmuştur. 1269/1853'de alimlerin reisi olmuştur. 1270/1854'de ise vefat etmiştir. "Hayrullah Tarihi" yazarının babasıdır. Bu arada da ulema­dan Hekimbaşı Behçet efendiyede bir risale yazdırıp, matba-i âmirede bastırtıp, ahaliye olsun, askerlere olsun dağıtmaya çalışmışlardır. Padişah, her yeni kuruluşları İlk önce ulemaya tasdike önem verir, bunda muvaffak oldukta da birmeşruiyet temin etme zannını hâkim kılma yolunu tutması uygun bîr tavırdı. Taassuba karşı en uygun yol buydu. Ziraat, sanayi ve ticaretin hamle yapması gerekliliğini müzakere etmek üzere hariciye nâzın Mustafa Reşid Paşa'ya bir heyet kurdurup, başkanlığını paşanın üstüne almasını istediği gibi, Galatasa­ray'da Tıb mektebinin açılması ve avrupadan hocalara baş­vurulup getirtilmesi ve bilhassa, rüşdiye mekteplerinin haya­ta geçirilmesi gibi olaylar, bu senenin göz kamaştırıcı pırıltı-larındandır. Rüşdiye mektepleri, Mustafa Reşid paşanın riya­seti altında teşekkül etmiş bulunan daha sonra da, ümur-u Nafia meclisi adını almış olan ziraat, ticaret ve sınai encüme­ni tarafından birlikte alınmış kararlarındandır. Bu karar tafsi­latıyla layiha şekline getirilerek, dar-üşşurâ-i babıâli'ye veri­lerek tetkik ve ülkenin maarif açısından ehemmiyetli çabala­ra ihtiyacı bu şura'da kendini göstermişti.

Bu arada hemen yukarıda adı geçen ulemadan Mustafa Behçet efendinin de biyorafisinden bahsetmeden geçmeye­lim: Mustafa Behçet efendi: 3. Selim ve Sultan 2. Mahmud devrinin âlimlerinin büyüklerindendir. 3. Selimdevrinde bir, Sultan Mahmud döneminde ise iki defa hekimbaşıhğa getiril­miştir. Mısır, İstanbul ve diğer bölgelerde bulunarak rurneli kadıaskerliğine kadar yükselmiştir. Yeniçerilerin kaldırılması ve tıb mektebinin kuruluşunda, hizmetleri büyük olmuştur. 1249/1833'de vefatı vukubulmuştur. Behçet efendinin, meş­hur Buffon'un tarih-i tıbbiyesinin bir kısmını, bir hikmeti tıba-iy'ye, bir fizyoloji, arabçadan da, Napolyon adlı tarihi, tercü­me eylemiştir. Maarifimize büyük emek verip hizmetleri şöh­retini duyurmuştur. Meclis-i ahkâmı adliye'de de gözden ge­çirilip, tasdik edilmekle Mehmed Es'ad efendi adlı bir zat, adı .geçen mekteplere nazır tayin kılınmıştır.

Sultan Mahmud; gösterdiği bu himmetle ıslahat yolunda büyücek bir adım atmış oluyordu. Görülen vaziyette padişah, Engelhardın dediği gibi:

Tanzimat devri üzerine: Sultan 2. Mahmud'un bırakdığı hükümetin maruz kaldığı durum ve vaziyet-Hüsrev paşa sa-dareti-hükümetin sahnesinde iki parti-Mutlakiyetin itibarının iadesi teşebbüsü-Kullanım politikası ve eseri-Hüsrev paşa işe nasıl başlıyor? -Reşid paşanında mahvına kasd ediyor: bir diriltme teşebbüsü-Mustafa Reşid paşa hali faaliyette-El-de bulunan tarihlerin şahadetleri-Tanzimatın okunması ve metni-Meclis-i ahkâmı adliyenin teşkilatıyla müzakere usûlü­nün birinci defa olarak kurulması, müzakere usûlünün on maddesi, meclisi mezkûrun azasıylan ona memur olanların isimleri, ilk resmi nutku hükümdari-İlk mazbata teskeresİ-Padişah her sene babıâli'ye geleceğini vaadini yapması-Ent-rika başlıyor-İrticaa doğru-Sadrazam Hüsrev paşanın mah-kumiyeti-Engelhard'ın kendine has görüşleri-eksik başlan­gıçtı bir meclis-i mebusan taslağı: İmar meclisi teşkilatı

Sultan 2. Mahmud, vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına çıktığından çok farklı ve bambaşka bir devlet tarzı devret­mişti. Mısır meselesi son derece ters bir yola girmiş, Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka deyimle devlet ordusu vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup düşmüşidi. Genç padişah Abdülmecid'in tecrübesiz­liğinden istifadeyle sadaret mührünü, adeta zorla ele geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden atamayan derya kaptanı Ahmed paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Meh­med Ali paşaya sığınmış ve hâin firari Ahmed paşa diye anı­lırken, Ruslar ise devleti âliye arası bir hünkâr iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye durumuydu. Ordusu mağlup, donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düş­mana teslim edilmiş, Osmanlı devletinin bu hali, Fransız, İn­giliz, Avusturya, Prusya devletlerinin siyasi bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış bir güvercini andırmaktay­dı. Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan doğruya gel­diği vaziyet itibarıyla münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir mesele o sırada mevzuatıda adeta bir kurtuluş hük­münü elde eden olmuştu. Bu şekil son derece küçültücü, ha­karete bulaşmış idi. Milletin düşüncesine gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan darbelerden, son derecede fütur ve zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı hayatiyesi boyunca bu ana kadar karşılaşmadığı felaketlerin en büyü­ğüne uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu ve öte taraftan ıslahat adına başla­mış olan, bütün idari kuruluşlar, idari teşkilata, adliye düzeni­ne ait müthiş eksiklikle beraber henüz ölçüsüz kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz yaşında bir çocuk, veziriazam kindar ve haris adamdı. ikinci Mahmud Biyografisi 4

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0