osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Sultan 2. Mahmud Biyografisi 5

Vaka-i Hayriye
Vaka-i Hayriye
(15/haziran/1826) :

Lamartin'in, edebi üslûbundan zaman zaman alıntılar ya­parak, Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye mi? Sorusunu so­ranlara cevabı kendilerine bırakmakla birlikte biz biraz malu­matla bu hususa dâir bilgilerine katkıda bulunalım. Yeniçeri­lerin, üç saltanat dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet, ihanet ve hunharlık devletin hayati savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi, Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta, Yunanistanın bağım­sızlığını elde etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını kabul edersek, bunun en büyük suçlusu yeniçeri olduğu şüphe gö­türmez. Bu husus için, kendisi de bir yeniçeri olan ancak vic­dan muhasebesinde adil olmayı becerebilen, Koca Sekban-başı Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi daha iyi an­lamak kabildir.

Bahse konu risaleden şu nâkil okura bir fikir verebilir zan­nıyla şu nakli yapmadan geçemeyeceğim: "..savaş sırasın­da bir gün yeniçeri askerlerinden üç kişi biraraya gelip Rus­lardan bir esir almaya çıkarlar. Tesadüf bu ya, kazaen ak­şamdan sonra, Rus sınırında, sahtekâr gâvurun birini tutup, esir alıp getirirlerken kâfir, bizimkilere, Eflak Türkçesi ile Diyerek kandırır. Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırı­na götürürler, babam dediği adam bulunur ve teslim edilir. O adamda bunlar gibi namussuz biri olduğundan, bizimkile­re: diyerek kıyafetleri­ni değiştirip, alır onları büyük bir çadırın kenarına götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde büyük bir kalabalık, içeride de büyük bir terazi ile beyaz akçe ve altının tartılıp bunların varillere doldurulduğunu görürler.. Çadırın içinde, çorbacı ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar kalpaklı bir çok adam vardır; akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki bu müslümanlara, paylaştırıp durmaktadırlar. Alçak herif uzak­tan bu manzarayı gösterdikten sonra, bu üç ahbabı yine ge­riye evine getirir. Derki: İşte yoldaşlar, sizlere bu manzarayı göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır içinde tartılan akçe ve altunların bir kısmı devletinize, birazı vezirinize bi­razı yeniçeri ağanıza bir kısmı da, Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir. Bizler sizin vilâyetlerinizi parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar İstanbul'un karşılı­ğında verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler kı­sa bir süre sonra İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki maksadımız, bundan sonra ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca vilâyetlerinize dönmekte yine sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi İstanbul'da bul­mayalım. Burada size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle, sözlerini bitirip bi­zimkileri Osmanlı sınırına geri bırakıp giderler. > Şimdi sev­gili okurlarımız; bu alıntının devamını okuduğunuzda şaşkın­lıktan küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız. Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim: <.Gelelim bu üç ahbabın orduya Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına. Köyünde çift sürmekten gelmiş, düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer kılıklı bu üç adam son derece ahmaktı. Kâfirin söyle­diklerine hemen inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına ya­tınca, rastgeldikleri bütün dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı; bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı bizim vilâ­yetleri Moskof kâfirine satmış ve şu anda parasını alıyor. Hatta biz İstanbul'un karşılığı alınırken, gözlerimizle gör­dük! Diye Allaha ve peygamberine büyük yeminler etmeye başladılar. Karşılarına her çıkan adama burada artık neden duralım. İşler hep karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri gibi yüzlerce ahmağı şüpheye düşürmüşlerdi. Akıl ve man­tıktan nasipsiz, beyni soğuk denebilecek bu sözde asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında: Diye koca orduyu ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir vesile anyordu. İşte böyle güzel bir vesile çı­kınca dağarcıklarını arkalarına, tüfeklerini omuzlarına vu­rup, geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı zabitlerinden be­şer, onar kişi bırakıp, zaten derme çatma toparlanan diğer ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp gittiler. Moskof domu­zu ise eline geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip, önce or­dunun bulunduğu bölgeye sonra da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu olayı kendi aralarında birbirlerine gülerek anlatır­lar." İşte aziz okur, Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha nice­leri var da, biz kitabın kendisini okumanızı tavsiye ile iktifa etmek zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri zaman zaman gâile-i kebireyi teşkil eden yeniçeri hakkındaki kara­rını çoktan vermesine vermişti de, işin daha öncekilere dön­memesi için en kesin ve bitirici darbeyi hazırlamaya başla­mıştı. Ashab-ı Kiram Efendilerimizin İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor, ibadethanelerin restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet ederek şehrin büyük bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle dinleyip anlamaya, büyük ehemmiyet atfediyordu.

Bu arada da, Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu satırlara bir göz atalım: ".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu ocaklarının isyanını bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab kurulu teşkil ederek, şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirle­rini, Hüseyin Paşayı İzzet Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde hastalığı açıklayarak, ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı cedid Örneğine göre yeni­den teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı. Sadnazam tarafından bu fermanın yayımlanması padişahın beklediği gibi yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce sessiz, sonra gürültülü bir ayaklanma 15/haziran/1826 gecesi ortalığı kapladı. 15/haziran gecesi, isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın başlangıç noktası sayılacak Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar. Yeniçeriağasının olayın içinde olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak Ağanın kona­ğına, onu parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı icraata koydular.

Bir kulun yardımcısı Allah (c.c) oldumu, ona kim ne ya­pabilir ki? İşte bunda da böyle oldu. Sabahın saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa, uyumak üzere her dem ted­bir olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden gelen müfreze Ağanın konağını paraladılarsa da, kendisine bu iş­lemi yapmak için yanına ulaşamadılar ve konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı yakmak için, bir kaç yerden tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan) Et-meydanına kaldırmışlardı ve böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde devrilecek ve ateşi söndürecek idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç düşünmezken, padişah ve taraf­tarları ve de ahali bu hususda müttefik idi. Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele devredilen, nâdir buluşlarla devam ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler ocağı ise bu komitacı­lığın belki de dünyada en mühim merkezlerinden olduğun­dan, oradaki birikim çok fazla idi. Bunun bir örneğini isyan­cılar hemen tatbike koydular. Ahaliyi kendilerinecelb veya en azından evlerine gönderipde olaylara karışmasını önle­mek için, Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin Ağa'nin ve devletin ileri gelenlerinin öldürüldüğü ha­berini yaydılar. Ahalinin ayak takımı da bu oyuna hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci tellakları meydanda görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir gurubu almış sadriazamm sarayına doğru götü­rürken, Sarhoş Mustafa adlı bir başka biride, Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta hedeflere doğru yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulu­nuyordu. Alemdar Paşa zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir edilmediği gibi, her an bekle­nen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha zor ulaşa­bilecekleri, yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda di­ye telakki gerekir.

Efendim; müteveffa hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı bir şehir haline konmasını teklif etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe teşebbüslerinden, başşehrin hemen müteessir olma­ması düşüncesi yatar ki buda pek isabetli bir teklifdir. Neyse, biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya devam edelim: Asi­ler sadriazamm Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile efradını Konağın gizli bir bölümüne saklanmış böylece sade­ce eşyaların yağmalanması, altıbin kese altunun yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu. Can ve ırz payimal olma­dan iş atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken çoktan haberi almış doğruca bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de Mehmed Paşaların da saraya gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti. Yalı Köşkünde, bu günkü Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki köşke vardı. Kıbrıslı Mehmed Emin Efendiyi padişaha yolla­yarak, sancağı şerifin çıkarılmasını ve padişahında kurula­cak birliğin başında bizzat bulunmasının hatırlatıirnasını is­tedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed Paşalarda geldiğin­den ayrıca şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına katılması sağlanmıştı, ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik kumandanları emri altında bulunan askerle sa­raya gelmeleri emredildi. Saray'ın adına Raşid Efendi Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu: cevapları "Gâvur tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş etmekve keçe kesmektir. Fermanı uygulayanların, kel­lelerini istiyoruz" dediler. Râşid Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu çünkü bu talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir mad­desi ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hu­susunda, müsbet kanaatler serdetmişlerdi. Sadnazam, bu­na istinaden eğer buna riayet olunmazsa muterizlerin ezile­ceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip olu­yordu. Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile he­men Topkapı sarayına gelmiş ve sünnet odasında toplanıl­mış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafın­dan bana emanet edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gay­ret ile uğraştığımı bilirsiniz. Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal sabırları bile aşa­cak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışla­dım; hatta dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka bir şey görmeyen yeniçeriler son çı­karılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da kabul ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş ol­dular; şu anda gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir alınma­sını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ule­mânın kanaati nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm, şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında top­çular ve toplan da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin çıkarıldığını kendi arkadaşla­rının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere seslendi. Gelen ce­vapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de, hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam et­tiklerinden üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan mermi ve güllelerle hayatlarını kay­bediyorlardı hem de islâmda pek mühim olan Sancak-ı Şe­rif altında olanlara karşı ve ales sultan huruç, yâni mü'min emire karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme gidiyorlardı. Ni­hayet kâbus gibi Osmanlı İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar ören yeniçeriler hitama erdirilmiş, ancak kurunun yanında yaş da yanıp gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden dolayı mağdur, mazlum hâttâ şehid ol­muştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle imamlarından bey­lerden, efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma gayreti gösterdikleri, bu temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve sıkıntılara giriftar edildiler. Bilhassa İstan­bul'da o târihe kadar semtlerin en hatırlı kişileri camii imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda insaniyet göstermeleri, cezayı müstelzim olduğu gibi» nihayet imam­lar olarak da devlet indinde itibarları muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır. Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra İstanbul'u her zaman hu­rafeleri, dilencilikleri ve rezaletleri ile mahveden yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay içinde kurulan düzgün bir ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını, cesareti ve disiplini ile, bir kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca yıkmakla kalmamış yeniden yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden sonra, çok geçmeden Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin ordusunu, aynı devletin bir valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn nakletmişti bende sizlere nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur Moltke; bizim ordu­muzda müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına düşmandan az biraz önce geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım, bizde yorgunuz amma, onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa hemen ordu müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, ha­vaya bakışlar yapan müneccim, eşref saatin olmadığını sal­dırının doğru olmayacağını ifade ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim teklifinde bulunur.

Kumandan Hafız Paşa; biraz düşündükten sonra, yine ma­hut müneccimi çağırır Moltke'nin teklifini söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini, ancak yağmurun yağıp yağ­mayacağı meselesine gelince, eşeklerin ve katırların kulakla­rının dikilmediğini, keçilerinse kıçının büzüşmediğini, man­daların kafalarını gökyüzüne kaldırıp da başlarını sallamadık­larını buna bağlı olarak yağmurun yağma ihtimali bulunma­dığını ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye duydunmu? Soru­sunu yöneltir. Moltke; bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup bununla bitmez, or­du uykuya yattıktan sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki baziçadırlardan, askerin kimisinin suda boğulduğu, ha­beri bile gelir. Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde çamu­ra batmış velhasıl Moltke'nin bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan savaş ise kaybedilmiştir. Bütün bunları mektu­bunda yazan Moltke, şunu ilâve diyor: "Bir ordu ki, harekâtı­nı, bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine, mandanın kafasını yukarı kaldırıp sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa, ku­mandan bunları kabul ve tatbik ediyorsa o ordunun galibi­yeti inayet-i ilâhiyeden başka birşey olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o ağlanacak hâlimize, Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi yaşından gün al­mıştı. Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuş­tur. Bunların arasında Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kal­dığı biri yoktur demek kabil değildir. Alemdar'ın kendi üze­rinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı davranışlarlarla, ca­nını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutma­mıştır. Alemdar'dan sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri sürülebilir ve doğrudur da fakat Ha­let Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri olduğu hatırlanmalı­dır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışı­nın bu dönemde de, bulunduğunu işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla ka­tıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç sal­tanat dönemi gören bu paşa Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, her­kesin saygısı ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.

Ahaliyle iç içe olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle ol­mak onun için bir zevk hâlinde idi. Sultan 2. Mahmud'un; Ni­zip Savaşını kayb etme haberini alıpalmadığı hususunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. 1 9/r. ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini tamamladı. Or­tadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine def-nolunduğunda, bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar ahalinin ağzından şöyJe dökülmekteydi "Pa­dişahım! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" Çünkü; 31 sene, 10 ay, 6 gün padişahlık yapan Sultan Mahmud bu kadar be­raber olduğu müminlerden böyle bir sevgi ifadesi görmesi makul ve mergupdur.



Sultan 2. Mahmid'ün Şahsiyeti


Sultan 1. Abdülhamid'in Nakşidil Valide Sultandan 20/temmuz/1785'de dünyaya gelen şehzadesidir, 2. Mah-mud. Valide sultan şehzadeyi dünyaya getirdiğinde kendisi henüz 17 yaşındaydı. Amcazadesi 3. Selim tarafından çok iyi yetiştirilmeye çalışılmıştır. Hele, 3. Selim'in tahttan indirildik­ten sonraki, geçen dönemini Şehzade Mahmud için tam bir padişahlık stajı olarak geçmiştirdersek hiç de yanlış söyle­memiş oluruz. Kazandığı rütbelerden en güzeli Vehhabîleri Mekke'den ihracı üzerine, almış bulunduğu Gaazi unvanıdır.

Çünkü bir kısım softanın gâvur padişah adını verdiği zât, 23/1/1813'de ihracı neticelendirmiş ve Şeyhülislâm Dürrizâ-de Abdullah Efendi, 28/5/1813'de verdiği hutbede bu unva­nın Sultan 2. Mahmud'a verilmesinin, makam-ı meşihatde karar altına alındığını irad eyledi. Her Osmanlı şehzadesi içinde ayrıca târih dersi almış olanların arasında apayrı bir yeri vardır. Nitekim; yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermesinin gecikmesinde bu târih bilgilerinin çok rolü ol­muştur. Osmanlı devleti, bir aşiret halinden cihan devletine yürüyüşü yeniçeri ile başlamış ve bu yürüyüş her geçen an bir koşu hâline dönüşmüş ve dünya devleti olan Osmanlı İs­lâm devletinin bu cihanşümul muvaffakiyetteki emeğin bü­yüğünün, yeniçeri askerine, aid olduğunun idraki içinde idi. "U Sultan Mahmud'un, son kararını bildiren ve yukarıda zik­rettiğimiz konuşmasında nümayandır. Bu Adlî Mahmud'un vefakârlığının bir ispatıdır. Büyük bir siyaset insanı idi. Bu evlet siyasetinde böyle olduğu gibi cemiyet hususunda da böyle bir dâhidir misâl olarak Beşiktaş'da kurulan ilim heye­tini hem teşvik ediyor, hem de deneyler hususunda kendileri­ne dikkat ediniz, şeyhülislâm'ın eline, düşerseniz sizi ben bile kurtaramam dediği gibi, İbni Haldun'un ünlü Mukaddimesini tercüme ettik okutalım diyenlere verdiği cevap, "Aman ço­cuk ne yapıyorsun? Çocuğun eline ustura verilirmi?" deme­si siyasetin her yönünden behresi olduğunu gösterir. Şahsın­da, şakacılık, merhamet, sertlik, musikişinas, bestekâr, Adil mahlasıyla, şâir olarak ve de hattatlığı muhteşemdir.

Hem Nakşibendi hemde Mevlevi idi. Dikkat buyrulursa; her iki cereyanda, İslâm âleminin kitlesel acıdan en büyük iki gurubuna mensubiyeti, halifelik sıfatıyla, ne kadar büyük bir denge unsuru olduğunu gösteriyor. Fransızca öğrenen İlk padişah olduğunu ifade eder Tarık Yılmaz Öztuna bey'ki bu diğer padişahların lisan bilmediği mânasına gelmemekle be­raber (çünkü Fâtih'in birkaç lisan bildiği malumdur) Fransız­ca bilmenin önemi dünya politik arenasının bu lisana vakıf olanlarca daha iyi takip edildiği dönemdir 19. aşırın her bir yılı. Sultan Mahmud'un çileye tâlib bir insan oluşuna bir mi­sâl olarak yeniçeri sınıfını ilgadan sonra 1828'dekoskoca ya­zı Tarabya'daki karargâhda geçirdikten sonra Sekbanaskeriyle tam iki sene Rami Kışlasında yaşaması kabul edilebilir. 4. Mustafa'yı yâni baba bir ağabeyini katlettirirken, devleti kendinin taşıması üzüntüsünü yaşadıktan sonra, tahta vârisi edinmek için lâzım gelen teşebbüslere ağırlık vermesi hayli­ce kadını olmasına sebeb teşkil etmiştir. Politikada, musiki vede tanbur'da hocası, 3. Selim idi. Ney çalardı ve bunda hocası, Kazasker Tosyalı Mustafa İzzet Efendidir. Vefatı l/temmuz/1839'da 30 sene, 11 ay, 4 gün süren ümmete hizmet sonrasında, gece yarısından sonra ablası Esma Sul­tan sarayında vukubuldu. Cağaloğluna köşe olan Türbe Es-

Sultanın konağının bir tarafından alınarak merhuma tah­sis olundu. Daha sonra o araziye tanzimat ve ittihat ve terak­kinin ileri gelenleri defnedildi. Ayrıca Sultan Mahmud Türbe­sine, Şehid-i Aziz Abdülaziz ile Cennetmekân 2. Abdülhamid Hân'da defn olundular sonradan. Sultan 2. Mahmud'u üm-met-i Muhammed, 54 yaşına 18 gün kala elinden uçuruver-mişti.



2. Mahmgd'ün Hanımları Ve Çocukları


Çağatay üluçay'ın hazırladığı, TTK (Türk Târih Kuru­mumdan neşrolunan "Padişahların Kadınları ve Kızları" adlı eserdeki bilgi sekiz hanımı, dört ikbâli hakkında bilgi ve say; veriyor. Buna karşılık Tarık Yılmaz öztuna bey ise; "Hane­dan" adlı pek değerli eserinde onsekiz hanım rakamı veriyor. Bu sayının beş adedinin ikbal olduğunu haber veriyor, bun­lardan Zernigâr'ın, 1826'da 4. ikballikden önce yedinci kadı-nefendiliğe sonra ikinci kadmefendiliğe yükseldiği görülüyor. Ölümü 1809'da vukubulan Fatma başkadınefendi, Çağatay Uluçay bu ismi vermemiş, 1809 sonrasında başkadınefendi olan Alicenâb kadınefendi de, CJluçay'da kilistede yok. Per-tevniyal Piyale Nevfidan başkadınefendi 1793'de doğmuş, 1855'de vefat etmiş. Sultan Mahmud Türbesine defnoiundu Misl-i Nâyab 2. kadınefendi olmuş 1825'den önce vefat Nak-şidil Türbesine defin, üluçay listesinde yok. Kamerî 2. Kadı­nefendi aynı Misl-i Nâyab gibi ve Ebr-i Reftar 2. kadınefendi-de bunlarla aynı kaderi paylaşmış. Bezm-i âlem vâlidesultan 1807'de doğmuş, 1853'de 46 yaşında vefat etmiş Abdülme-cıd Hân'ın annesidir. Hayatı hayır yapmakla geçmiştir. Os~ rnanh da yenileşme harekatında öncülük yapmıştır. Vakıf hastanesi ençok bilinen yadigârıdır. Aşubcan 2. kadınefendi 1793'de doğmuş 1870'de vefatı üzerine Sultan Mahmud türbesine defnolundu. Beşiktaşda sahilsaray, Küçük Çamlıca da kuyu yaptırmış, Çamlıca'da kasr inşa ettirmiştir. Vuslat kadınefendi'nin sadece 1 830Jda vefatından bilgimiz var. Nurtâb kadınefendi, 1810!da doğup, 1886'da vefatı-vu-kubuimuş. Kocasının türbesine defnolunmuş. Hoşyarkadıne-fendi 1859'da Mmekke-i Mükerremede Hac ifasından sonra vefat ederek o mübarek beldede defnolundu. Pervİzfelek ka­dınefendi 1863'de vefat etti, kocasının türbesine defnolundu. Hüsnümelek kadın başikbal idi. 2. Mahmud'un bir şarkısında "Hüsn-i melek bir peridir" mısraı bu ikbaiinedir. Vefatı 1886'da olmuş, Sultan Mahmud'un tavşanca köçekçesini, Abdüimecid döneminde saray dansözlerine meşk ettirdiği bi­linir, makberi, Sultan Mahmud Türbesindedir Zeynifelek ka­dınefendi ise 1842'de vefat etmiş Nakşıdil Sultan türbesine defnolunmuştur. Lebriz Felek hanımefendi 1810'da doğmuş ve 1865'de ölmüş, Sultan Mahmud türbesine gömülmüştür. Tiryal hanımefendi, 1810'da doğmuş, 1883'de vefat etmiştir. Üsküdardaki; Ahmediye Çeşmesi bu hanımefendi tarafından, yaptırılmıştır. Kabri Yenicami'de 5. Murad türbesindedir.

Pertevniyal valide Sultan, padişah Abdülaziz'in annesidir. 1812'de doğmuş, 1883'de Doimabahçe sarayında vefat et­miştir. Aksaray'daki Pertevniyal Valide Sultan Camiini bu va­lide yaptırmıştır. Kabri de bu camidedir. Sultan 2. Mah­mud'un çocuklarına gelince, Tarık Yılmaz Öztuna listesinde onbeş tane hanimsultan, onsekiz tane şehzadeden sözaçabi-liriz. Bunların hanımsultan olanları:

iUL/lAM Z. MAtİM

adı
doğum
ölüm
makberi-türbesi

Fatma Sultan
1809
1809
Nuruosmaniye Tür.

Ayşe ""
1809
1810


Fatma " "
1810
1825
Nakşıdil Valide tür.

Murad şehzade
1811
1812
Hamidiye

Bayezid " "
1812
1812


Şah Sultan
1812
1814
Nuruosmaniye

Abdülhamid
1813
1825
Nakşıdil Valide

Osman
1813
1814
Nuruosmaniye

Ahmed
1814
1815


Mehmed
1814
1814


Şah Sultan
1814
1817


F.minc Suİlan
181?
i 8 16
Yahya Elendi Demâhı

Zcyneb "
1815
1816
Nuruosmaniye İ ürbı

Mehmed
1816
1816


Hamide Sultan
1818
1819


Süleyman
1817
1819
a. t»

Cemile Sultan
1818
1818


Hamide " "
1818
1819
it il

Ahmed
1819
1819
ii 44

Ahmed
1819 bir
kaçgiin sonra
öldü " "

Abdullah
1820
1820


Mehmed
1822
1822
'1 it

Ahmed
1822
1823


1. Abdüimecid
1823
1861
Yavuz Selim Cami

Ahmed
1823 (
1824


Münire Sultan
1824
1825
Nakşıdil Valide tür

Hadice Sultan
1825
1842
Sultan Mahmud

"Abdülhamid
1827
1829
Nakşıdil Valide

Fatma Sultan
1828
1830


Abdüiaziz han
1830
1876
Sultan Mahmud

Hayriye Sultan
1831
1833
Nakşıdil Valide

Nizameddin
1833
1838



SuStan 2. Mahmud'un yukarıdaki listede gösterilen 15'i kı­zı, 18'i, erkek olmak üzere 33 evlâdı olduğunu görüyoruz. Ancak 2. Mahmud'un, bu liste dışında dört tane yetişmiş kı­zımda ilave edecek olursak, karşımıza 37 evlad babası bir padişah çıkacak karşımıza bunların, 32 adedinin toprağa ve­rildiğini görmüş bir baba, kolaymı bu kadar sayıda ciğerpa­reyi toprağa verip de ümmetin işiyle meşgul olmak, insan bunu kendi kendine sormalı! Bu yetişkin altı kızı şunlardı. 1811'de doğup, 1843'de 31 yaşındayken vefat eden Saliha Sultandır. Halil Rıfat Paşayla mayıs/1834'de izdivaç yaptı. 8 sene, 8 ay, 12 gün süren evlilikten sonra, vefat eyledi. Mihri-mah Sultanhanım ise; 10/6/1812'de doğmuş, 24 yaşında, 1836'da evlendiği Said Paşa ile ömür sürerken, vaz'ı hami (doğum yaparken) esnasında şehid oldu, 1838/tem-muz/3'de. Atiyye Sultanhanım ise, 1824'de doğup, 1850'de vefat etmiş-tir izdivacını 1840'da Rodosizâde Ahmed Fethi Paşa ile evlenerek yaptı. Bu hanımsuitan da vefatında, baba­sının türbesine defnolunmuştur. Adile Sultan 23/5/1826'da dünyaya gelmiş ve 12/2/1899'da vefat etmiştir. Adile Sultanı babası evlendirememiş ağabeyi 1. Abdülmecid Hân, Meh-med Ali Paşa ile 12/haziran/1845'de evlendirmiştir.



Sultan 2. Mahmud'un Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları


4. Mustafa'nın sadnazamı iken Çelebi Mustafa Paşa, Alerndar'ı bir sabah karşısında görüp, mührü ona teslim etti­ğinde bu paşa tarafından enterne edilmiş ve Alerndar'ın as­kerlerinin Çırpıcı Çayınndaki karagâhını mesken tuttu. Elin­deki mührü ne yapacağını bilemeyen Alemdar'a biri, çavuş-başına vermesini işaret etdi. Paşa da, Çavuşbaşı'na mührü vermiş oradan da, Topkapı Sarayına Sultan 3. Sel im'i, yeniden Osmanlı tahtına oturtmak için harekâta geçti. Bilindiği gibi şehadet vak'ası vukubuldu.

Şehzade Mahmud ise, hayatını katillerin elinden zor kur­tardı. Kurtulduğu andan itibaren padişahlığı kesinleşti çünkü Alemdar duruma hâkimdi ve amucani yapamadım, bari seni tahta çıkarayımda gönlüm rahatlasın dediğinde, yeni padi­şah da, Alemdar'ın sadarete getirilmesini irâde etdi. Böyİe-cede, 28/temmuz/1808'de, 3 ay, 10 gün sürecek sadaretine başladı. Şehiden, makamını Çavuşbaşı Arnavud Memiş Pa­şaya bıraktığında, târih 15/kasım/1808 idi. Ancak Memiş Paşanın sadareti, 1 ay, 9 gün sürebiimiştir. Yerine l/ocak/1809'da Yusuf Ziyaeddin Paşa getirildi. Bu paşanın 2. sadareti olup, 2 sene, 3 ay, 9 gün sürdüğünde takvimler, 10/nisan/1811 tarihini gösteriyordu. Bu paşanın iki sadareti­nin toplamı, 8 sene, 11 ay, 4 gün tutmuştur. 165. veziriazam olarak Trabzonlu Nazır Ahmed Paşa; makam-ı sadarete geti­rildi, 5/eylül/1812'ye kadarmakamda kaldığında, 1 sene, 4 ay, 25 gün geçmiş ve yerini Hurşid Ahmed Paşaya bırakmış­tır. l/nisan/1815'de, Mehmed Emin Rauf Paşa ilk sadaretine 167. sadrıazam olarak getirildi. 2 sene, 9 ay, 4 gün süren sa­daretinden infisal ettiğinde 5/ocak/1818 târihi gelip çatmıştı. Yerine Derviş Mehmed Paşa gelmiş ve 2 sene, 1 gün sadn-azamlık yapan paşa, 5/ocak/1820'de infisal etdi. Bunun ye­rine de, ispartalı Seyid Ali Paşa; 1 sene, 2 ay, 24 gün. maka­mın hakkını vermeye çalıştı, ayrıldığında târih 28/mart/1821 idi. 170. sadrıazam Bendeki Ali Paşa ancak, 1 ay, 3 gün gö­revde kalabildi. İzmirli Hacı Salih Paşa 30/nisan/1821'den. 10/kasım/1822'ye kadar, 1 sene, 6 ay, 10 gün kalabildiği görevden ayrıhrak yerini Abdullah Hamdullah (Deli) Paşaya bıraktı ve bu zât, 4 ayı anca görevde tamamlayabildi. Hemen Peşinden, Turnacızâde Silahdar Alî Paşa 13/aralık/1823'e kadar, 9 ay, 4 gün vazifede kaldı ve Mehmed Said Gaalib Paşa selefinden iki gün eksik olarak vazifede kaldı ve târih, 14/eylül/1824 idi. 175. sadnazam Benderli Mehmed Selim Sırn Paşa oldu 24/ekim/1828'e kadar, 4 sene, 1 ay, 10 gün hizmet verdi. Darendeli Topla İzzet Mehmed Paşa 28/ocak/1829'a kadar 3 ay, 5 gün kalabildi ve ilk sadareti bu oldu. Reşid Mehmed Paşa 28/ocak/1829'da sadnazam olduğunda, 4 sene, 21 gün, bu makamda kaldı. 18/şu-bat/1833'de son buldu. Böylece Mehmed Emin Rauf Pa-şa'nın 6 sene, 4 ay, 12 gün, süren sadaretine yol açılmış ve infisal ettiğinde 2/temmuz/1839'da, nihayetlendiğinde Sul­tan 2. Mahmud vefat etmiş bulunduğundan, son sadrıazamı bu paşa olmuştur. Onaltı defa mühür veren padişah, onbeş kişi ile sadaret görevini yürütmüştür. Şeyhülislâmlar ise, aşa­ğıya çıkarılmıştır:

no :isim: T. Târih Ayrılış T. s a gl30. Arabzâde Mehmed Arif 21/07/1808 15/08/1808 0 0 25131. Salihzâde Esad Ef. 15/08/1808 22/11/1808 3 9 02132. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/11/1808 22/09/1810 1 10 00133. Samânîzâde Hulusi Ef. 22/09/1810 12/06/1812 1 08 20134. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/03/1812 22/03/1815 2 09 10135. Çelebizâde Zeyni Ef. 22/03/1815 27/01/1818 2 10 06136. Mekkîzâde a^sım Ef. 08/02/1818 03/09/1819 1 07 07137. Hacı Halil Ef. 03/09/1819 28/03/1821 1 06 25138. YâsincizâdeA. vehhab Ef. 06/05/1821 10/11/1822 1 07 13139. Sıdkızâde Ahmed Reşid 10/11/1822 25/09/1823 0 10 15140. Mekkizâde Kasım Ef. 25/09/1823 26/11/1825 2 02 01141. Kadizâde Mehmed Tâhir. 26/11/1825 06/11/1828 2 05 10142. Yâsin-cizâde Abdullah Ef. 06/05/1828 08/02/1833 4 09 03143. Mekkîzâde Asım Ef. 08/02/1833 20/11/1846 13 09 10

14 defa şeyhülislâm tebeddülü olmuş, Mekkizâde üç, Yâ-sincizâde iki, Dürrizâde iki defa meşihate gelmişler böylece SultanMahmud'un işi on şeyhülislâmla tamamlamıştır.



Muasırları Kimlerdi?


İngilterede, Kral 3. Jorj, 4. Gilyom ve Kraliçe Viktorya. Avusturya'da 1. Fransuva, İran'da Şah Mehmed Han, Papa­lık da ise, 7. Piu, 12. Leon, 8. Piu, 16. Grigovar. Prusya'da; Kral 3. Frederik, 4. Frederik, Rusya'da ise; imparator 1. Al-kesandr, 1. Nikola. Fransa da ise İmparator 1. Napofyon, kral 18. Lui, 10. Şarl, 1. Lui Filip'dir. ülke içindeki meşhur zevat ise, Alemdar Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Arif Efendi, Kadı Abdurrahman Paşa, Behiç Efendi, Muhib Efendi, Tepe-delenli Ali Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ka-valali İbrahim Paşa, Hüsrev Paşa, Şâir İzzet Molla, Büyük Mustafa Reşid Paşa, Said Efendi, Nişancı Halet Efendi, Seyid Ali Paşa, Reisülküttap Galib Efendi (Paşa), Tahsin Efendi, Ağa Hüseyin Paşa, Darendeli İzzet Paşa, Topçu yüzbaşısı Ka-racehennem İbrahim Ağa vesairedir.



Okuma Parçası: Alemdar Mustafa Paşa (Kahraman-I Hürriyet)


Okuma Parçası olarak koymuş bulunduğumuz Alemdar Mustafa Paşaya yapılan hayatına kast edici saldırının, hiç bir târih kitabında bu kadar yer ayrıldığı görülmemiştir. Halbuki Osmanlı târihinden pek iyi bilinmesi gereken ve son yarım asırda, 1960'la başlayan seri ihtilâller sonucu ülkemizde ikti­dara gelenlerin ordu/hükürrtet münasebetlerinde siyasetçinin seçilmişliğini ileri sürerek siyasetçinin üstünlüğünü ileri sü­renlerle, ordu güvenilirliğini, hükümet otoritesinin üzerinde görmek isteyenler bu okuma parçasını okuduktan sonra bi­raz daha düşünceleri üzerinde tashihata meylederler diye ummak istiyorum.

Bu münasebetle kitabın yazarı Ali Şeydi Bey'in mukaddi­mesine dâir kanaat-ı fikriyemi muhafazayla beraber buraya dere etmeyide uygunbuldum. M. H.



Mukaddime


Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu iddia edenler hikmet-i tarihiyenin bir faslına büyük isabetle vukuf sahibi olan kişi­lerdir. Esasında bu uçsuz bucaksız kâinatı işgal eden yıldızla­rın ve cisimlerin hiç biri-mutlakiyet itibanyia-diğerinin aynı olmadığı halde, harekât, teşkilat, tekamülat açısından birbir­lerine benzemeleri pek çoktur. Hattâ şu zemin üzerinde yaşa-makda olan ve birbuçuk milyar nüfusa varan insanoğlunun, parçaları dahi, meselâ yüzü, eğilimleri, ahlâki yapısı o dere­ce ihtilaf doludurki, nerdeyse dünyada ne kadar insan varsa, o kadar çeşitçehre yâni surat, o kadar bol çeşit ahlâk vardır denilebilir. Bu; insanın parçalarından, yüksek cisimlere kadar bütün âlemleri idare eden idarecinin tabiyesinin, tesir edici maddiyesi neticesi olarak biribirine benzer şekilde tekrarlan­dığı görüldüğü gibi durum ve insanların sosyal safhaları ara­sında arada sırada aynı tekrarlamalarında olduğunu kimse inkâr edemez. Yıldızlar semada dönüşlerini tamamladıkları sırada, nasıl her seferinde devrini belli bir noktadan geçerek yapıyorsa, insanlarında mahrek vukuatları ve tekemmüiatı üzerindeki seyir ve hareketleri esnasında ara ara birbirine karşı ve uygun noktalardan geçtiklerini tarih kendine has olan apaçık ve de dürüstçe bir lisanla bize hatırlatıyor. Mese­lâ tarih, peygamberlerin bazılarından özetle ortaya çıkışlarını, macerala­rını vede yaymakta oldukları din hakkındaki, cihadları ve mücadeleleri, çektikleri zahmet ve yapmaya mecbur olduk­ları hicret, esnasında, büyük büyük münasebetler, benzerlikler olduğunu, Roma hükümetinin kurulması ile, Osmanlı im­paratorluğunun kurulması ve Osmanlı ve İspanya ihtilâl ve inkıiâbları arasında dahi epeyice mühim problemler ve ayrı­lıklar bulunduğunu izaha hacet görülemez. Tarihde bunlara dair o kadar garib ve çok denecek misallere rast gelinir ki: insanın bunları tesadüfden ziyade tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir hakikat şeklinde kabul edeceği, adeta her va­kanın bir benzeri, bir eşi olacağına İnanası gelir Biz bu haki­kate diğer milletlerin tarihinden şahid ve misalgetirmeyip, yalnız kendi tarihimizin en önemli kısmına dair vebir asrı fa­sıla ile husule gelen iki vakanın, ilk ve ikinci irtica ve birbirle­ri ile olan münasebeti ve benzerliğini, izaha ve beyana baş­vurmakla iktifa edeceğiz. Emirgân: İKânun-u evvel ara-hk/1326/1910 rumi Ali Şeydi



Giriş


Devletimiz için; tarihi dönemeç sayılacak bir kaç tane hu-susen belirtilmesi icab eden günler vardirki, onları asla unut­mamalıyız. Evvelâ, kuruluş ve istiklâliyet açısından h. 698/m, 1299 yâni; Osmanlı devletinin tarih sahnesine çıkışı. Sosyal hayatımızın muntazam bir hükümet şeklini alması iti­barıyla 727/1327 Rumeli yakasını elimize geçirmemizden dolayı 758/1357 ve Bizansınyâni doğu Roma imparatorluğu­nu ortadan kaldırışımız hasebiyle 857/1453. İlk irtica hare­keti sayılan 1222/1807 Avrupa usûlüne benzer idari ve as­keri tarzı kabulümüze göre, 1241/1826 Osmanlıların hukuk­larında, hür ve eşit olmalarının kanun altına almak hususuy-la, 1255/1839 İlk kanun-i esasi, yâni birinci anayasanın ilânı vesilesiyle 1293/1876. Hakiki meşrutiyetin kurulması hisle­riyle lö/temmuz/1324/1908 ve 10 ve 14 nisan/1325/1909 tarihleridir.

Hakikaten devlet-i Osmaniye 698/1299'da istiklâlini ilân eylemişse de, tesiri olduğu sahanın küçüklüğü hükümet et­menin yeteri sayılmazdı. Ayrıca hükümet edebilmek için lâ­zım gelen kanunlara ve nizamlara sahip olmaması, maliye teşkilatının kurulmamış olmasıyla birlikte muntazam bir as­kerlik disiplini vücuda getirememesi, hükümetten ziyade şe­kil olarak bir imareti andırıyor, bu imarette bir istiklâliyete gi­dişe benzemekteydi.

726/1326 senesinin hemen başlarında, tesis olunan devlet binası, Osman Gazi'nin cihad içinde geçirdiği ömrünü, can vermeye hazırlanmak için başım dayadığı yastıkta, ikinci oğ­lu Sultan Orhan Gazi'de askeri kuvvetlen ile Bursa şehri üze­rinde kılıcına ram edeceği insanlarla savaşmaktaydı. Bu sı­rada rahmet-i rahmana kavuşan pederi mükerreminin kabri­ni buraya taşımasını gerçekleştirdiği gibi, devletinin başşehri olarak da yine Bursa olmasını gerçekleştirmişti. Orhan Ga­zi'nin cenk ve cidale meyilli olması hasebi ile, fetihler yapa­bilmek gayesiyle savaşlara giderken, vezirlikte hizmet ver­meyi, saltanatta olmaya tercih eden büyük ağabeyi olan, ay­nı zamanın da ulema-i kiramından olan Alaaddin paşa'yida kanun ve nizam yapması hususunda seiahiyetli kılmıştı. Bu memuriyet ve selahiyetin neticesi olarak: <İstiklâlin ilânı sa-yılabilen tuğralı-Orhan Gazi namına para basılıp, komutanla­ra, memurlara, askeri sınıfa ayrı ayrı elbiseler tayin vede tah­sis olundu. Herşeyden çok askeri düzenlemeler ve ıslaha bü­yük gayretler gösterildi. Muntazam adı altında asker tertibine işaret olunduki: yeniçeriler bu askerden ibaret idi. İşte bu as­ker idiki, bir buçuk asır içinde Bingöl dağlarındanSen Gotard akarsularına, Kafkas dağlarının eteklerinden, Şattularab'a kadar olan geniş toprakları eline geçirmiş, işte bu askerin pi­yadeleri İdiki, Tebriz sahralarında ışıklar saçan yatağanlarıyla İran dünyasının gözünü kamaştırmış, işte bu askerin süvarisi idiki; Macaristan] baştanbaşa ezipde geçerek zaferyabolmuş, işte bu askerin topçusu idi ki, Viyana surlarını mermisine he­def seçmişti. Osmanlıların istilasına muvaffak oldukları hav­za bir-iki asrın içinde sahibini bulmuştu. Romalıların ancak oniki asırdaki çalışmanın semeresini almış oldukları bu top­raklar, Osmanlılar eline, bu kadar kısa sayılacak zaman dili­minde ele geçmesi, yeniçerilerin itaat ve intizamlarının saye­sinde mümkün olmuştu. Öyle bir intizam ki; tarihin red edile­mez şahadeti olmasa mübalağaya hamledilebilecek. Öyle bir sıkı nizam ki; insan o devrin alameti cezaiye ve vesikalarını tetkik etmese bunları asla hakikat olarak kabul etmez.

Bizzat padişahlar, en şedit, en kaide tanımaz yaradılışlı, padişahlar bile bu intizamı ihlâl edemiyorlardı. Evet; ocağa olan bağlılığın derecesini anlamalı ki, padişahın bizzat kendi­sinin birinci bölük yoldaşlarından olması hasebiyle ulufe çık­tıkça, yeniçeri ağalarına mahsus elbise ve işaretlen takına­rak adı geçen bölüğün kışlasına gelerek ulufesinin alımını yaptıktan sonra saraya dönerlerdi. Yine tarih zabıtlarında yeri muhafaza altındadırki; Bin tarihine kadar yalnız iş gören kimseden hariç kimse alınmazdı. Hâttâ Mısır seferine gidilir iken, hazine adına bir tüccardan para borç olarak alınmışsa da, bu tüccarın Yavuz Sultan Selim'e, verdiği bir arzuhalde oğlunun hizmet-i askeriyede istihdamını kabul ettiği takdirde vermiş olduğu borç parayı katiyyen talebe başvurmayacağı­nı beyan etmesi üzerine, Yavuz Selim: -Para ile asker yazıl­maz. Nizam-i kadim bozulmaz. Bu adamın parasını iade edin, diye irade buyurmuştur.

Kaanuni Sultan Süleyman han Macaristanda bulunan Zi-getvar seferine gittiğinde, binek hayvanının gemi kırıldığın-da-bir yeniçerinin gizlice tamir ettiğini haber alınca-ocağa esnaf karışdığından müteessir olarak-subayları azarlamış, askerin ise tekaüd edilmesini emre karar kılmıştır. Ne faideki; sonraları bu itina ve ihtimam gittikçe azalmıştı bunun ne­ticesi de, ocağın intizamını muhafaza eyleyememiş, sonunda ikide birde yerden kaldırılan kazanın devrilmesiyle ocağın büsbütün söndüğü görülmüştür.

Tarihçiler şu intizam ve kanunun çökmesine 990/1582 ta­rihini başlangıç addederler. Şu olaya göredir ki; Sultan 3. Murad'ın bir kaç şehzadesinin yapılan sünet merasiminde bulunan canbaz ve hokkabazlar ile perendebaz gibi şahısla­rın gösterileri padişahı pek memnun etmiş ve kendilerine ne isterlerse yapılacağı istikametinde sözler söylenmiştir. İçle­rinden bazıları yeniçeri ocağına asker olma arzusunu ileri sürmüşler, bir çok olay neticesinde istekleri maalesef yerine getirilmişti. Böylece de Kaanuni'nin ve Yavuz'un isteklerine, aykırı hâl maku! hâle gelmiş oluyordu. Böylece bu tarihden sonra, bu kötü misale imtisalen askerliğe, askerlik şan ve şe­refiyle münasebeti olmayanların ocağa alınmasına ve bu su­retle yeniçerilerin ismet-i ahlakiyesi ve kıymet-i askeriyeleri­ne halel gelerek, sonunda ise bu hâller ocağın bir eşkiya, bir zorba ocağı şeklini almasinasebeb olmuştu. Hele;l 150/1737 tarihinden sonra yapılan savaşlarda, bilhassa uzun süren muharebelerde subayların emrini dinlemez, git denilen yere gitmez, dur denen yerde, durmaz, gönlü istediğinde harpala-nını terk edip, İstanbul'a kadar gelir. Hem de ordunun mü­himmat ve levazımını bile yağma ederek yanında götürür bir hâle gelmişler idi. Ocak zorbalarının bu sergilediği hâl karşı­sında devletin aklına bu hazin gidişe bir çare arama geldiğin­de tecrübe sahipleri birleşmiş gibi aynı hususa lüzum gör­düklerini beyan etme vaziyetindeydijer.

Hatta; Sultan 3. Ahmed zamanında bu meselenin konuşul­ması gündeme getirildiysede, ocaklının şımarıklığı, ahalinin cehaleti, bu hakikati takdir edenlerin azlığı, iç ve dış mesele­nin çokluğu bir takım kararlar alınmasına engel olmuştu ve b'lhassa şan ve şeref-i askeriyemizi büsbütün gözden dü­şüren neticesinde 1188/1774 Kaynarca barışını imzalama­mızın sebebini gerektiren büyük mağlubiyetin üzerine, oca-a\r\ varlığına son vermek hususunda kesin tavsiyeler bir çok verden gelmeğe başlamışsada, 1. Abdülhamid'in mizacı ve kalbinin yumuşakliğıyia bu arzuyu umuminin bir müddet da­ha gecikeceği ortaya çıkıverdi.

1202/1787 seferinde devletin uğradığı büyük hezimet, ar­tık- avrupada olduğu gibi- talimli ve muntazam asker siste­mine geçmedikçe düşmanı yenmek şöyle dursun, varlığımı­zın siyasasınıda bekasını temin edebilmemiz imkân haricinde kalacağını herkese anlatmış, hâttâ bu hakikat yeniçeriler ta­rafından da görülmüştü. Rumeli'de bulunan orduyu hüma­yundan fayda sağlayıcı bir dilekçe başşehre geldi. Şehzadeli­ğinden beri bu mesele ile zihniçareler arayan ve o sıralarda tahta yeni geçmiş olan 3. Selim, avrupa usûlü üzere talimli asker kurulmasına başlanmasını emretti. İşte bu teşebbüs idiki; bir müddet sonra irticai ulâ, yâni 1222-1223/1807-1808 senesi fecii vakaları meydana gelmişti ki şöyle:

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0