2011-11-03 15:41
Osmanlı Ansiklopedisi / Ansiklopedik Bilgi H Bölümü / Harac
Harac
Gayr-i müslim vatandaşlardan alınan toprak vergisi. Toplandığında beytülmâle konup, müslümanların umûmî menfâatlerine, kamu hizmetlerine sarfedilir. Harâc, küçüklük, alçaklık ifâde eder. Ağır bir vergidir. Onda, ceza mânâsı vardır. Bu vergi, kâfir olmalarından dolayı gayr-i müslimlere konmuştur. Haracın alınması hazret-i Ömer’in ictihadı ve Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile sabittir. Muhârebe bittikten sonra kâfirlerden zorla veya Resûlullah efendimiz zamanında olduğu gibi harb yapılmadan sulh yoluyla alınan mala fey denir. Harâc da bunlardandır. Ebû Yûsuf (r. aleyh); “Fey, bize göre harâcdır” buyurmuştur. Bu sebeple cizye ve İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerden alınan gümrük vergisi de feydir. Çünkü, bunlar gayr-i müslimlerden harbsiz (sulh ile) alınmaktadır.
Harâc alınan araziye haraclı toprak denir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Harbte zorla alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan topraklar, Hanefî mezhebine göre sahiplerinin mülkü olup, satabilirler ve diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Irak, Suriye ve Mısır toprakları böyledir. Basra arazisi kıyâsa göre harâc toprağıdır. Fakat Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile öşür arazisi olmuştur. Mekke-i mükerreme de harble alınmasına rağmen, Peygamber efendimiz oraya harâc koymamışlardır. Bu sebeble öşür arazisi sayılmıştır.
Hazret-i Ömer, daha önce hazret-i Ebû Bekr gibi ganimetleri taksim ettiği halde Irak, Şam ve Mısır fethedildiğinde böyle yapmadı. Eshâb-ı kiram ile istişare edip, menkûl malları Gâziler arasında taksim etti. Araziyi de sâhiblerinin elinde bırakarak Gâzilere taksim etmedi. Ganimetlerin hepsinin taksimini istiyenlere Haşr sûresinin 7-10. âyet-i kerimelerini delîl getirdi. O, şu iki husus üzerinde duruyordu: 1- Elde edilen toprakların yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması, 2- Sonra gelecek olanların da bundan istifâde etmesi. Bu ise, ancak toprakların taksim edilmeyip, eski sahiplerine bırakılarak, mahsûlünden harâc, kendilerinden cizye almakla mümkün idi. Hazret-i Ömer bu hususta şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, sonra gelecek olanları bu fey’e ortak etti. Eğer ben size taksim edersem, sizden sonra geleceklere bir şey kalmaz. Taksim edilmezse, harbe iştirak etmeyen San’a’daki çoban da bu fey’den nasibini mutlaka alır.”
Irak fâtihi Sa’d bin Ebî Vakkâs, Şam fâtihi Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Mısır fâtihi Amr bin As, bu ülkelerin arazi ve bağlık bahçelik yerlerinin durumlarını sorduklarında, halîfe Ömer (r. anh) her üçüne aynı cevâbı vermiştir: “Allah’ın sana nasîb ettiği şeylere baktım. Sorduğun hususlarda Allah’ın Resulünün Eshâbı ile müşavere ettim. Re’yim, Allah’ın kitabına tâbidir. Araziyi işleyicilerine bırak. Kıyamete kadar bütün müslümanların faydasına tâbi olarak kalsın. İnsanlara bu şekilde vakıflarda, atiyyelerde bulunulmazsa, medeniyetler, şehirler söner gider.”
Bütün bunların yanına, şayet bu topraklar, Gâziler ve müslümanlar arasında taksim edilseydi, müslümanlar bu arazileri ekip biçmekten cihâda çıkmaya fırsat bulamayacaklar, cihâddan geri kalacaklardı. Başlangıçta taksimini isteyenler oldu ise de, bilâhere onlar da hazret-i Ömer’in dediğine geldiler. Bu hususta Eshâb-ı kiram arasında icmâ’ yâni söz birliği meydana geldi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, Kitâb-ul-Harâc isimli meşhur eserinde; “Hazret-i Ömer’in, fethedilen arazileri, gâzilere taksim etmemek hususundaki ictihadı, Allahü teâlânın ona bir lütfudur. Bu muamelesi ile ortaya çıkan fayda bütün müslümanlara şâmil olmuştur. Onun bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi, cemiyete âid umûmî bir faydadır. Şayet, bu arazîlerin gelirleri, atiyye (maaş) ve masraflarda kullanılmak üzere bütün müslümanlar için vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz ve ordular cihâd için yola çıkamazdı. Bu arazilerden elde edilen gelirlerle ihtiyâçları karşılanan ordular bulunmasaydı, ehl-i küfrün, İslâm beldelerine tecâvüzleri önlenemezdi. Hayrın ve faydanın nerede olduğunu Allahü teâlâ bilir” buyurmaktadır.
Diğer üç mezhep imâmına göre bu kısım araziler, rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle âid olmak üzere, müslümanlar için vakıftır, işleme ve tasarruf hakkı üzerindekilere bırakılır. Böyle arazilere memleket arazisi veya fey arazisi denir. Osmanlı İmparatorluğundaki arazi de bu şekilde arâzi-yi memleket idi ki, mîrî toprak diye bilinirdi. Halkın mülkü değildi. Ariyet yoluyla ekip biçmek ile ve diğer istifâde yollarıyla tasarrufta bulunup haracını verirlerdi. Kimse, müdâhale, tecâvüz ve taarruz etmeyip, ölünceye kadar aynı şartlarla tasarrufta bulunurlardı. Vefât ettiklerinde, oğulları kendilerinin yerine kâim olup, önceki şartlarla aynen tasarrufta bulunurlardı. Ebüssü’ûd Efendi, pâdişâhın emri üzerine konu ile ilgili esasları tesbit ederken şöyle buyurmaktadır: “Öşür ve harâc arazisi olmayan topraklara, memleket arazisi denir. Aslı haraclı topraklardır. Fakat (bu harâc arazileri) sahiplerine mülk olarak verildiğinde kalabalık olan mîrâscılar arasında paylaştırılınca, her birine cüz’î parçalar düşmekte ve hisselerine göre harâc tâyin edilmekte, dolayısıyla bir takım zorluklar zuhur etmektedir. Bu sebeple, toprağın rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle bırakılıp halka ariyet yolu ile verilmiştir. Halktan da ekip biçmek ve bağ bahçe yapmak suretiyle yetiştirdiklerinden, harâc-ı mukâseme ve harâc-ı muvazzaf vermeleri emrolunmuştur. Sevâd-ı Irak arazisi (Irak toprağı) bâzı fukahâya göre bu nevî bir arazidir.”
....
Harâc alınan araziye haraclı toprak denir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Harbte zorla alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan topraklar, Hanefî mezhebine göre sahiplerinin mülkü olup, satabilirler ve diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Irak, Suriye ve Mısır toprakları böyledir. Basra arazisi kıyâsa göre harâc toprağıdır. Fakat Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile öşür arazisi olmuştur. Mekke-i mükerreme de harble alınmasına rağmen, Peygamber efendimiz oraya harâc koymamışlardır. Bu sebeble öşür arazisi sayılmıştır.
Hazret-i Ömer, daha önce hazret-i Ebû Bekr gibi ganimetleri taksim ettiği halde Irak, Şam ve Mısır fethedildiğinde böyle yapmadı. Eshâb-ı kiram ile istişare edip, menkûl malları Gâziler arasında taksim etti. Araziyi de sâhiblerinin elinde bırakarak Gâzilere taksim etmedi. Ganimetlerin hepsinin taksimini istiyenlere Haşr sûresinin 7-10. âyet-i kerimelerini delîl getirdi. O, şu iki husus üzerinde duruyordu: 1- Elde edilen toprakların yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması, 2- Sonra gelecek olanların da bundan istifâde etmesi. Bu ise, ancak toprakların taksim edilmeyip, eski sahiplerine bırakılarak, mahsûlünden harâc, kendilerinden cizye almakla mümkün idi. Hazret-i Ömer bu hususta şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, sonra gelecek olanları bu fey’e ortak etti. Eğer ben size taksim edersem, sizden sonra geleceklere bir şey kalmaz. Taksim edilmezse, harbe iştirak etmeyen San’a’daki çoban da bu fey’den nasibini mutlaka alır.”
Irak fâtihi Sa’d bin Ebî Vakkâs, Şam fâtihi Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Mısır fâtihi Amr bin As, bu ülkelerin arazi ve bağlık bahçelik yerlerinin durumlarını sorduklarında, halîfe Ömer (r. anh) her üçüne aynı cevâbı vermiştir: “Allah’ın sana nasîb ettiği şeylere baktım. Sorduğun hususlarda Allah’ın Resulünün Eshâbı ile müşavere ettim. Re’yim, Allah’ın kitabına tâbidir. Araziyi işleyicilerine bırak. Kıyamete kadar bütün müslümanların faydasına tâbi olarak kalsın. İnsanlara bu şekilde vakıflarda, atiyyelerde bulunulmazsa, medeniyetler, şehirler söner gider.”
Bütün bunların yanına, şayet bu topraklar, Gâziler ve müslümanlar arasında taksim edilseydi, müslümanlar bu arazileri ekip biçmekten cihâda çıkmaya fırsat bulamayacaklar, cihâddan geri kalacaklardı. Başlangıçta taksimini isteyenler oldu ise de, bilâhere onlar da hazret-i Ömer’in dediğine geldiler. Bu hususta Eshâb-ı kiram arasında icmâ’ yâni söz birliği meydana geldi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, Kitâb-ul-Harâc isimli meşhur eserinde; “Hazret-i Ömer’in, fethedilen arazileri, gâzilere taksim etmemek hususundaki ictihadı, Allahü teâlânın ona bir lütfudur. Bu muamelesi ile ortaya çıkan fayda bütün müslümanlara şâmil olmuştur. Onun bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi, cemiyete âid umûmî bir faydadır. Şayet, bu arazîlerin gelirleri, atiyye (maaş) ve masraflarda kullanılmak üzere bütün müslümanlar için vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz ve ordular cihâd için yola çıkamazdı. Bu arazilerden elde edilen gelirlerle ihtiyâçları karşılanan ordular bulunmasaydı, ehl-i küfrün, İslâm beldelerine tecâvüzleri önlenemezdi. Hayrın ve faydanın nerede olduğunu Allahü teâlâ bilir” buyurmaktadır.
Diğer üç mezhep imâmına göre bu kısım araziler, rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle âid olmak üzere, müslümanlar için vakıftır, işleme ve tasarruf hakkı üzerindekilere bırakılır. Böyle arazilere memleket arazisi veya fey arazisi denir. Osmanlı İmparatorluğundaki arazi de bu şekilde arâzi-yi memleket idi ki, mîrî toprak diye bilinirdi. Halkın mülkü değildi. Ariyet yoluyla ekip biçmek ile ve diğer istifâde yollarıyla tasarrufta bulunup haracını verirlerdi. Kimse, müdâhale, tecâvüz ve taarruz etmeyip, ölünceye kadar aynı şartlarla tasarrufta bulunurlardı. Vefât ettiklerinde, oğulları kendilerinin yerine kâim olup, önceki şartlarla aynen tasarrufta bulunurlardı. Ebüssü’ûd Efendi, pâdişâhın emri üzerine konu ile ilgili esasları tesbit ederken şöyle buyurmaktadır: “Öşür ve harâc arazisi olmayan topraklara, memleket arazisi denir. Aslı haraclı topraklardır. Fakat (bu harâc arazileri) sahiplerine mülk olarak verildiğinde kalabalık olan mîrâscılar arasında paylaştırılınca, her birine cüz’î parçalar düşmekte ve hisselerine göre harâc tâyin edilmekte, dolayısıyla bir takım zorluklar zuhur etmektedir. Bu sebeple, toprağın rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle bırakılıp halka ariyet yolu ile verilmiştir. Halktan da ekip biçmek ve bağ bahçe yapmak suretiyle yetiştirdiklerinden, harâc-ı mukâseme ve harâc-ı muvazzaf vermeleri emrolunmuştur. Sevâd-ı Irak arazisi (Irak toprağı) bâzı fukahâya göre bu nevî bir arazidir.”
....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.