2011-05-12 16:10
Osmanlı Ansiklopedisi / Ansiklopedik Bilgi A Bölümü / Sultan Abdulhamid Han i II
Sultan Abdulhamid Han i II
ABDÜLHAMÎD HAN-II
Babası.................... : Abdülmecîd Han
Annesi.................... : Tîr-i Müjgan Sultan
Doğumu.................. : 21 Eylül 1842
Vefâtı..................... : 10 Şubat 1918
Tahta Geçişi............ : 31 Ağustos 1876
Saltanat Müddeti..... : 33 sene
Halîfelik Sırası......... : 99
Bâb-ı âlî hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu Sirbistan ve Karadağ’da harb ediyordu. Osmanlı kuvvetleri beşe ayrılmış olup, üçü Sırbistan ikisi de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin’deki kuvvetler Osman Nûrî Paşa, Niş’dekiler Ahmed Eyyûb Paşa, Yenipazar’dakiler de Ali Paşa ile Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ’a karşı da iki kolordu gönderilmiş olup, İşkodra kolordusu Derviş Paşa’nın, Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa’nın kumandasında idi. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile birlikte yüz bin kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nûrî Paşa, Sırp saldırılarını durdurmayı ve geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabası ele geçirildi. Niş bölgesindeki harp de Osmanlı kuvvetleri lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri İstanbul’da büyük sevinç uyandırmakla berâber, mütâreke için bir yabancı müdâhalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplıları böylece barışa mecbur etmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşada Sırp ordusunu ağır bir mağlûbiyete uğrattı. Osmanlı ordusu Belgrad’a girmek üzere iken, Rusya’nın İstanbul elçisi Osmanlı hükûmetine bir ültimatom verdi. Bâb-ı âlî, asî Sırplı ve Karadağlı tebeası ile iki aylık bir mütâreke yaptı. Rusya bu hareketiyle, Balkan ihtilâfının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere’nin elinden almış oluyordu. Bu durum Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu. Rusya’nın hareketini önlemek için İngiliz hükümeti 5 Kasım’da muhtariyet ve ıslâhat mes’elelerinin devletler arası bir konferansta görüşülmesini teklif etti. Bu teklifi kabul eden, Almanya, İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya, İtalya ve Macaristan devletleri büyükelçileri ile birlikte konferansa katılmak üzere İstanbul’a birer murahhas gönderdiler. Osmanlı Devleti’ni hâriciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında bir hey’et temsil ediyordu. 23 Aralık 1876 günü başlayan görüşmeler bir ay kadar sürdü (Bkz. Tersâne Konferansı).
Tersâne konferansı, Bâb-ı âli’ye Tuna (Bulgaristan) ve Bosna-Hersek eyâletlerinde ıslâhat yapması için teklifte bulundu. Midhat Paşa, konferansın tekliflerini incelemek için, Bâb-ı âlî’de toplanan gayr-i müslimlerin de bulunduğu fevkalâde mecliste yaptığı konuşmada, Rusya hakkında bir hükûmet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Harb aleyhinde rey kullanacakları, peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Meclis, Tersane konferansı tekliflerini reddetti. Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak pâdişâh penceresinin altına kadar harb için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da harp kundakçılığında Midhat Paşa’dan aşağı kalmıyordu. Sükûnet bozulmuş ve bir ihtilâl havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemiyeceği, işlese bile aleyhte netîce vereceği tabiî idi. Midhat Paşa’nın Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi ikî tarafdân, Pâdişâh’a ordunun da harb istediğini ve Rusya’nın yenileceğini, İngiltere’nin de Osmanlı yanında harbe katılacağını söylediler. İkinci Abdülhamîd Han, bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden harbi önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Pâdişâh da, Tersane konferansı tekliflerinin reddini tasdîke mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzâr bırakarak, İstanbul’u terkettiler. Bundan sonra İngiltere’nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief’in çalışmaları ile Londra’da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877’de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bâb-ı âli’ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhinde çok ağır hükümler taşıyan bu protokol Pâdişâh’ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve durum 12 Nisan 1877’de hükûmet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyâsî yollardan mes’elenin hâlli imkânsız hâle geldi. Bu görüşmeler yapılırken, Midhat Paşa İngiltere’den Kânûn-i esâsî’nin tatbikinin batılı devletlerce garanti edilmesini istedi. Ayrıca Osmanlı sülâlesini tahttan uzaklaştırıp yerine kendi ailesini getirmek istemesi ve Pâdişâh’a tahakküme yeltenmesi üzerine Sultan tarafından 5 Şubat 1877’de sadrâzamlıktan azledilerek sürgüne gönderildi. Sadârete de Şûrâ-yı devlet reîsi İbrâhim Edhem Paşa tâyin edildi. Abdülhamîd Han Midhat Paşa’yı sürgüne gönderirken, Midhat Paşa’nın Kanün-i esâsî’ye koydurduğu, yüz on üçüncü maddeye istinaden göndermiştir.
Sultan Abdülhamîd Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felâket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle, halkı ve devlet erkânını, harb için, iyice şartlandırmış ve Rusya ile harbi kaçınılmaz bir hâle getirmişti. Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’nın; “Rusya ile savaşmamız lâzım!..” raporuna karşı; “Rumeli’nin tamâmiyle elimizden çıkmasına sebeb olacaklar!” diyerek muhtemel bir felâketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa’nın bu konuda en büyük yardımcıları serasker Redîf ve Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa idi. Cevdet Paşa bunlar için; “Midhat Paşa sanki tüfeği doldurdu. Dâmâd Mahmûd Paşa üst tetiğe çıkardı. Redîf Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başına bu felâketi getirdi” demektedir. 24 Nisan 1877 günü Rusya Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 harbi denilen bu savaş, Edirne mütârekesine kadar, dokuz ay sürdü. Meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları Süleymân Paşa, Şıpka geçidinde büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebeb oldu. Bu hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe’ye sonra da Edirne’ye kaçtı. Edirne’de de tutunamayıp mütâreke istedi. Yeşilköy’e kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars’a girmiş ve Erzurum yakınlarında durdurulabilmişti. Bu durumda barış yapmaktan başka çâre kalmamıştı (Bkz. Doksanüç Harbi).
Harbin böyle neticelenmesi üzerine, duruma çok üzülen sultan Abdülhamîd Han, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp, içinde bulundukları durumu tek tek îzâh etti. Onların fikirlerini sorduğunda, meb’ûslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak; “Bizim fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felâketin önünü atmak mümkün olduğu günlerde bize ciddî şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i meb’ûsân, bu mağlûbiyetten dolayı hiç bir mes’ûliyet kabul etmez!..” diye başlayan konuşmasında Pâdişâh’a hakaretlerde bulundu. Hâlbuki Meclis-i meb’ûsân üyeleri, Rusya ile harp yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile tarafdarlarını desteklediklerini ve Rusya ile harb istediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlûbiyetinden Pâdişâh’ı mes’ûl tutuyorlardı. Pâdişâh ise, başından beri harbi istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Buna çok üzülen Abdülhamîd Han, birden ayağa kalkarak; harbin ilânına ve cereyan tarzına âid hiç bir mes’ûliyetin şahsına âid olmadığını bildirdikten sonra; “Artık Cennetmekân dedem sultan Mahmûd’un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!..” diyerek salonu terk etti. 13 Şubat 1878 günü yayınladığı bir fermanla Meclis-i meb’ûsânı süresiz kapattığını ve ülkenin idaresini eline aldığını bildirdi. Kânûn-i esâsî’yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamîd Han’ın bu hareketini tarihçiler ve siyâsîler şöyle değerlendirmektedir.
İsmâil Hami Dânişmend: “İlk Meclis-i meb’ûsân dağılmayıp da devam etseydi, Osmanlı Cihân Devleti yirminci asrı idrâk edemeyip, daha on dokuzuncu asrın sonlarında inhilâl edip (yıkılıp) giderdi.”
Alman devlet adamlarından meşhur prens Bismark: “İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet millet-i vâhideden (tek bir milletten) meydâna gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.”
3 Mart 1878’de Osmanlı târihinde benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve fecî şartlar getiren Ayastefanos muahedesi imzalandı. 29 maddelik andlaşmaya göre; batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklâlleri kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazmînâtı verecekti (Bkz. Berlin Andlaşması). Andlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237. 298 kilometrekare toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilâve edilince devletin kaybı korkunçtu.
İmzalanan Ayastefanos andlaşması Batı Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ kurulacak olan Bulgaristan Devleti’nin Adalar (Ege) denizine inmesi demek, Rusların sıcak denizlere inmesi demekti. Bu durum Bosna-Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya’yı ve Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. İşte bu sebeble İngiltere ve Avusturya’nın teşebbüsleri netîcesinde 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan devletleri, Almanya hükümeti Ayastefanos mukaddemâtı yerine Berlin’de kat’î bir andlaşma için davet etti. Durumu ayrıca Bâb-ı âlî’ye bildirdiler. Berlin andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere, Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere Kıbrıs’ı Ruslara karşı bir hareket üssü olarak kullanacağını bahane etmişse de, esasen adanın Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehemmiyeti vardı. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa bâzı îtirâzlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının çıkarma yapacağı tehdidinde bulununca, Safvet Paşa, Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kalmıştı (4 Haziran 187. Sultan ise, aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdîk etmemeye çalışıyordu. Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge atmak suretiyle andlaşmayı tasdîk etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı. Ancak İngiltere söz verdiği hâlde görüşmelerde yardımcı olmadı. Buna rağmen 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin muahedesi ile topraklarımızın bir kısmı geri alındı (Bkz. Berlin Andlaşması).
Osmanlı Devleti, Rus savaşından mağlûb çıktığı ve ağır şartlar altında barış imzaladığı sırada, Galatasaray Lisesi müdürlüğünden azledildigi için sultan Abdülhamîd Han’a amansız düşman kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirip beşinci Murâd Han’ı tekrar tahta geçirmek için Çırağan Sarayı’na bir baskın düzenledi. Ali Süâvî İngiliz yanlısı olup, devletin, içinde bulunduğu durumdan ancak İngiliz yardımı ile kurtulacağına” inanıyordu. Rus harbi yüzünden, İstanbul’a gelen Balkan göçmenlerinden faydalanan Ali Süâvî, beş yüz kişi ile 20 Mayıs 1878 günü saat on civarında, Çırağan Sarayı’nı işgal etti. Durumu öğrenen Beşiktaş zaptiye âmiri Hasan Paşa, iki saat gibi kısa zamanda isyânı bastırdı. Ele başının Ali Süâvî olduğunu anlayan Hasan Paşa, sopa ile başına vurarak öldürdü. Hâdiseyi müteakip Yıldız Sarayı’nda iki tahkik hey’eti kuruldu. Yapılan tahkîkât neticesinde, hâdisenin tek başına Ali Süâvî’nın çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere’nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu (Bkz. Çırağan Vak’ası).
Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan baskınından sonra dîn-i İslâm’ın ve memleketin selâmeti için daha tedbirli olmak lüzumunu duydu. Bu sebeble iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından tâkib için bugün istihbarat teşkilâtı adı verilen hafiye teşkilâtını kurdu. Bu gizli emniyet teşkilâtının başında bulunan kimseye, Serhâfiye-i hazret-i şehriyârî, yâni Pâdişâh’ın baş ajanı denirdi. Modern devletlere numune olacak şekilde kurduğu bu haber alma teşkilâtı, memleketin her köşesinde devletin aleyhinde yazılanları, gizli beyânnameleri, suikast hazırlıklarını, kısaca olup bitenleri, günü gününe Pâdişâh’a bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi. Sultan, hizmet eden bu kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen haberleri ona göre değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu. Onları da, güvendiği adamlarına tekrar tedkîk ettirir ve gerekeni yaptırırdı. Şahsî kin ve garaz için yapılan jurnalleri dikkate almazdı.
....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.