2011-07-20 16:35
Sultanlar / Padişahların Biyografileri / Sultan 2. Mahmud Biyografisi 4
Sultan 2. Mahmud Biyografisi 4
Sultan 2. Mahmud, vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına çıktığından çok farklı ve bambaşka bir devlet tarzı devretmişti. Mısır meselesi son derece ters bir yola girmiş, Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka deyimle devlet ordusu vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup düşmüşidi. Genç padişah Abdülmecid'in tecrübesizliğinden istifadeyle sadaret mührünü, adeta zorla ele geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden atamayan derya kaptanı Ahmed paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Mehmed Ali paşaya sığınmış ve hâin firari Ahmed paşa diye anılırken, Ruslar ise devleti âliye arası bir hünkâr iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye durumuydu. Ordusu mağlup, donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düşmana teslim edilmiş, Osmanlı devletinin bu hali, Fransız, İngiliz, Avusturya, Prusya devletlerinin siyasi bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış bir güvercini andırmaktaydı. Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan doğruya geldiği vaziyet itibarıyla münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir mesele o sırada mevzuatıda adeta bir kurtuluş hükmünü elde eden olmuştu. Bu şekil son derece küçültücü, hakarete bulaşmış idi. Milletin düşüncesine gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan darbelerden, son derecede fütur ve zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı hayatiyesi boyunca bu ana kadar karşılaşmadığı felaketlerin en büyüğüne uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu ve öte taraftan ıslahat adına başlamış olan, bütün idari kuruluşlar, idari teşkilata, adliye düzenine ait müthiş eksiklikle beraber henüz ölçüsüz kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz yaşında bir çocuk, veziriazam kindar ve haris adamdı. Hattâ Tarih-i Lütfi'de, okunduğuna göre ahkâmı adliye nezaretinde bulunmakta olan Hüsrev paşa, Köprülüler kütüphanesinde, mahzun ve mağmum beklemekte olan başvekil Rauf paşa'dan mührühümayunu aldırıp, kendisine sadareti ve ikinci damad Said paşadan ki bu Said Paşa; Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hân dönemlerindeki vezirlerdendir. 1253/1837Jde birbuçuk seneye yakın, 1263/1846'da onyedİ ay seraskerlik yapmıştır. Seraskerliği alarak diğer damad Halil paşa'ya verdirmiştir. Hattı hümayunda: "Seni karihai sabhai şahanemden umuru dahiliye, hariciye ve mesalihi maliye ve askeriyye'ye, velhasıl kâffe-i hususata nezareti şâmile ile sadaret-i uzma ve mutlaka-i kebir-i makam-ı celiline bilâ istiklâl intihab ve tayin eyledim." Bölümünü yazdırtarak, başvekâlet mevkiini sadarete tahvil ettirerek, o kargaşalıkta istiklâl-i zâtiyeye el uzatmıştı. Fakat müstakil olan ne kendisi, ne devlet ne de, padişah idi. Yalnız arada şayanı dikkat bir hadise var idiyse, oda, hükümet sahnesinde iki partinin bulunmasıydı. Bu fırkalardan birini Hüsrev paşaya mensubiyeti olup, hakan-ı merhum zamanında kuvvetli ayrılmasına dair vukubulan ufak- tefek sadmelere, yan gözle bakan mutlakiyet tarafdarlarından, diğer tarafı ise derin bir surette, aleyhimize dönmüş olan avru-pa düşüncesini, lehimize çevirmeye ve esaslı ıslahatımıza eğilim gösteren ekalliyet idi.
Bu ekalliyet yâni, az sayıdaki insan o kadar ki, Reşid paşanın nefsinde toplanmış bulunuyordu ve Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen dilekçeyi, vererek, mabeyne göndermekten çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz, ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla sarsılacağını saldıran, hissetmeden evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye, şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk dakikada mâliye işlerine, bir hükümdardan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk adımda medrese tedrisatı usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması suretiyle ozarnanlar ulema denilen işi yürütenler, taassub pençesinden kurtulmaya gayret göstermesi, askeriyeye ait işlerinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek, başkentte batı düşüncesinin dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda örtülü olması: "ümur-u dahiliye ve hariciye, mâliye ve askeriye velhasıl kâffe-i hususata nezaret-i şâmile" kaydının konmasıyla, mutlakıyetin geri gelmesi fikrine teşebbüs ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az olanlar, attıkları adımlardan mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan Abdülmecid, ilk günlerinde iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı almıştı. Mutlakıyetin karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak bal çalarak kendini beğendirme politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike konulan tevcihlerinde ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edilmiş idi.
Tevcihatı yâni taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam bir senettir. "Biz; geçmiş dönemde bu türlü entrikaların ne çok çeşitlilerini görmüş ve daha sonra esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden beri siyasetimizde ve tarihte kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma) politikası denirdi. Kişiler hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi kadar, anane ve mazisine sâdık hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat şöyle idi: Önce suhulet mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare olunmakta olunan mansıbların birleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu idare dahi müşkülata ve özel müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek icraatı vakıada, pek fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması hakkında sâdır olan, yâni çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın yerine darbhane müşirliği, Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan, Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin, darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın azliyle, mâliye nezareti ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski defterdarlardan Hacı Edhem efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı Musa Safveti efendiye ve Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum beyefendiye, boşalan Tophane müdürlüğünü nezarete çevirerek Bağdad eski defterdarı Arif Zeki Efendiye tevcihi, maliye vede darbhane nazırları Nazif ve Hasib Paşaların, vazifeden alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men etmekten umulan, eski dönemin usulünce, bir nevi adalet icrası yapmaktır. Tanzimatı hayriye tarihine kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine bağlıydı. Her yerin bedeli hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali veya mütesellim, voyvoda olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak taksiti belli olarak o mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından hazineye nakden veya havalesi yapılırdı. İltizamlarda mukataat dahil ise, mukattaat yalnız aşar hasılatına mahsustu. (Tarih-i Lütfi)
Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın Biyografileri
Mustafa Reşid paşa: 1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid hân vakfiyesinin ruznamçecisi Mustafa efendi isimli bir zattır. İlim yolu başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek ilimleri ise Beyazid camii şerif müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir Türk Diplomatının Siyasi Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814 senesinde eniştesi İspartalı Seyid Ali paşa serasker unvanı ile Mora'ya vazifeli olarak gönderildiğinde de Reşid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali paşa Bursa, Kocaeli mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula getirtilmiş sadaret uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret mühürdarı olarak istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi surette tevcih olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife almamış olan birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi, kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını, daha önceki deneyimlerden bildiğinden, çok görücülerin ifadelerine zerre kadar önem vermedi ne varki; Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey, 1250/1834'de aivan-ı hümayun amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa sabit elçi olarak tâyin edildi.
Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi
Seyid Ali Paşa; devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de, devletin mühim işlerini güzelce idare etmeye iktidarı bulunan kimselerden olmadığından az bir vakit sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid bey, eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çekilmiş, servet sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret içinde yaşamıştır. Ancak; çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak girmiş ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının vukuundan sonra hanımını boşayıp, merhumun müstefreşelerinden biriyle evlenmiştir. Sonunda da, eniştesinin sevdiklerinden, Beylikçİ Köse Akif efendiye müracaat ederek, delalet buyurmasını istirham etmiş, bu sayede de, babıâli mektupçu kalemine tayini çıkmış. Burada kısa zamandaki üstün başarısı kendisinin herkesçe takdir edilmesine mucib olmuş, yazı ile okumada gizli evrakların kendisine verilmeye başlamasını görüyoruz. Reşid Bey'in 1244/1828'de Rus savaşındaki sadrıazam Ben-derli Selim Paşa'ya mühürefar olarak tayin edilip Şumnu'ya gittiğini bu görevinede ek olarak, telhis muharrirliği tevcih olunmuştur. Reşid bey'in Şumnu'dan yazdığı telhisler, Padişah Sultan 2. Mahmud'un, hayli dikkatini çekmiştir. Padişah, sadnazamından gizlice, bu telhisleri kimin yazdığını sormuş olduğu, pek yaygın rivayettir. 1245/1829'da Ruslarla yapılacak mütarekeye, sadnazam ve serdar-ı ekrem Reşid Mehmed Paşa; Reşid bey ile ordu memurlarından olup, daha sonra hariciye müsteşarlığında ve mükerrerende, Paris'le Londra sefaretlerinde bulunmuş olan, Nuri bey'i yollamış, Edirne'de yapılan sulh antlaşmasında Reşid bey, serkâtip sı-fatıylamurahhaslarımız maiyetinde bulunarak, musalehanm sonunda Ruslar tarafından verilen resmi hediyeden, mücevherli yüzük ve altun bir saat, bir de samur kürklü tulum almıştır. Sulhden sonra sadrazam Reşid Mehmed paşanın teklifiyle amedçi odasına memuriyeti padişah tarafından -tensip kılınmıştı.
Bu sırada reisülküttap Pertev efendinin gizlilik taşıyan işlerinde büyük iltifatlarına nâiî olan Reşid bey, 1246/1830 yılındaki Mısır valisi Mehmed Ali paşanın Girid adasına yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev efendiye refakat etmiştir. 1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi genişledikçe amedi divanı reisi Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid Mehmed paşanın yanına gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine tayin edilmiştir. Bahse konu gailenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden Akif efendi, başka bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten Reşid bey uhdesine verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat Halil paşa refakatiyle Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade İbrahim paşa ile müzakereye selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sırada bazı bedbahtlar Reşid bey aleyhine isnatlarda bulunmuşlar ve padişahı dahi, kızdırmışlardı. Padişahın yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek, tahkikat yapılmasını tavsiye ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda neticede aklanması gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835 tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti tarafından, yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fransa nezdinde kalıcı elçi tayin olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı. O zamanlar; şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen arabalarla gitmeğe ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siyasetçilerini ziyarete mecbur olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan meşhur Meternih, Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek alakasının derecesini göstermişti. Prens Meternihin burada Reşid bey'in koluna girerek, kendisine büyük bir saygı beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark meselesine dair ufak-tefek masallar söylüyordu.
Reşid bey, o andan itibaren Fransızcasını ileri seviyeye taşımasının şart olduğu kararını veriyordu. Reşid bey'in biyografisinde şu kısım pek mühimdir: Reşid bey Paris'teki vazifesini güzel bir şekilde sürdürürken Fransızca lisanını ilerletmek hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte taraf-tanda avrupada rastladığı ve gördükleri kendisini intibaha getirip, medeni teşekkülat, faydalı tesislerin kurulupda işletilmesinden tutunda, devlet idare tarzına ve devletler hukukuna, muamelat ve malumatına dair tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey 1251/1836'da izinli olarak İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük elçilik unvanına vede bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken, amedçilik uhdesinde bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret görevi Londra elçiliğine tahvil edilmiştir. Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii yapılmıştı. Pertev Paşa'da padişah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O zaman büyük ve küçük devlet adamları, iki partiye bölünme durumundaydı. Bir bölümü Pertev paşaya, diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o hengamede Pertev paşa tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in devlet-i âliye-nîn mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin muhafazasının temini halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat kazanacağını ileri sürüp, güzelce ikna etmeğe muvaffak oluyor, Reşid beyin nezaket dolu davranışları ile Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye nâzın olan Ahmed Hulusi paşa vefat edince, Reşid bey'e paşalık verilmemekle beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan, kılıç ve diğer eşya Londra'ya gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Pertev paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa devletleriyle vaki münasebetlerinde var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada, tanınmış ve oraları bilen sefirler bulunması lâzımdır" yollu telkinleri üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş, buna ilave olarak da büyükelçilik unvanı tanınmıştı. Hemende Paris'e gönderilmişti. 1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak çekilmek durumunda kalmış Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine sefaret görevi ile Londra'ya gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid paşa Paris'de bulunmaktaydı. Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e geldiğinde duymuştur. O zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid paşa, Paris'de kral Lui Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral Filip'in derhal verdiği emirle bir gemi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid paşa nezaketle red edip, Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o sıralarda makamı sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayununun okunmasından sonra; 1257/1841'de İstanbul'a getirilip, Edirne valiliğine tâyin edilmişse de, hastalığı münasebetiyle gidemeyip, yine Paris sefirliği ne avdet etmişti. 1261/1845'de 2. defa olarak hariciye nezâretine, 1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de görevinden alınmış, 3 ay, 9 gün sonra yeniden sadarete getirilmiştir. 1268/1852'de infisal edip, meciis-i vâlâ reisliğine geçerek, aradan geçen 41 gün sonra 3. defa sadrıazam olmuştur. Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaretten, 3- defa hariciye nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tarihine gelinmişti. Ve 1271/1854'de, 4. defa makamı sadarete ; gelip bu sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti üzerine de, Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9 ay, 7 gün sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti ve 1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali dâr-ı beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğinde Okçular başındaki, özel türbeye defne olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i dâniş, Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i resmî gibi önemli müesseselerin kurulmasında memleket irfanına kalemiylede hizmet ederek, özetlersek resmî lisanıda ıslah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir. Edebiyat tarihimizde bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisanımız, bir taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun kalemi ile avrupa düşüncesi edebiyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretinde dört kere koltuğu işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti: "Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır idaresini yeni şekil ve güzelliğe çevirmekle yapmış olduğu ıslahatçı yenilik ve siyasasında yolun başlangıcını medeniyet hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de Arnavutluk'ta, Görüce civarında bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi çocukken babası her nasılsa vatanını terk ile ailesini de yanına alarak, Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada büyüyüp, tütün ticaretiyle iştigal etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca istila edilmesi sonrası içine yuvarlandığı halden kurtulması için asker yazıldığı sırada Mehmed Ali de, Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti. Orada Arnavut askerlerinin başı olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında fevkalade büyüklükte cesaret sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı. Böylece-de itibarı yükseldi. Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri ve Mısır Memlükleri üçgeninde çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir mevkie yükselme vaziyetine gelmişti. Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma yolunu tutmuştu. Artık bu kuvveti istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca Mısır'ın idaresi müthiş bir karışıklık içine düştü. Mehmed Ali askeri zaptı rapta alıp, Hüsrev paşaya işten el çektirdi. Memleket idaresini eline almış, vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi vali yapmakta bir mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde rütbe-i vezarete nail olarak resmen Mısır valisi olmuştu. Asayişin yeniden kurulabilmesi için, Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin varlığını izale etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde muntazam askerler tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yüzünden Osmanlı devleti ile onun valisi olan Mehmed Ali paşanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali paşanın oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da sadn-azam Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı yerde Çerkeş Hafız paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu arada Osmanlı tahtında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine oğlu Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde işe karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah Mehmed Ali Paşa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbrahim paşa, Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa, iki senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül âiam'dan hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın kölelerin-dendir. Hüsrev paşanın asakiri mansure ordusunun seraskerliğinde, mirmiran rütbesinde bulunup, 1243/1828 Rusya seferinde vezaret rütbesiyle vede seraskerlik kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde Şumnu'ya gitmiş ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini ***
ürmek üzere, büyük elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderilmiş, 1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene sonrada, donanma ile Mısır'a gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirliğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah damadiığına nail olmuş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamına getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak üzere seraskerlikten azledilmişti. Sultanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden meclis-i ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis reisliğine getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa kaptan-ı deryalığa tayin edilmiştir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka eylemiştir.
Yeniçeri Vak'ası
Sultan 2. Mahmud döneminin en önemli olaylarından birisinin, yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun safahatı olduğu, malumdur. Osmanlı devletine beş asır hizmet vermiş olan bu ocağın, acaba ilgası yerine restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla devamı kâbilmiydi? Sorusu herkes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak; görülen odur ki, yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan kaldırılmayı çoktan hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı diplomatlardan, şâirlerin içinde hayli yüksek bir nâmı olan ve aynı zamanda tarihçi olan Alfred Do Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında neşrolmuş, eserinin 7. cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı isabetli bir iş yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki Yeniçeriağasının sarayı, Bizanstan kalan surların içindeki eski istanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün İstanbul yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine genel ve dayanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi, döneminin şeyhlerinden birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının altında nice zaferlerin mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları ile rahnedar olup, işi zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ıslahat teşebbüslerine engel tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını edilsin? İkilemleri ile ülkeyi ve devlet ricalini bir arada bir derede dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş, niyetini diline hâkim olamayıp, yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını söylemiş ve bu dikkatsizliğini hem tahtını hem de hayatını kaybetmiş, yıllarca sipahiler ile yeniçeriler arasında sıcak çatışmalara, İstanbul'un göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan etmesine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i kuran 3. Selim/in ise, hâzin ve göz yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her isyanın altında ispat-ı vücud eden yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer sadaret konağında bunlarla yaptığı ve üç gün üç gece süren mücadeleden şehid olmadan, Alemdar Mustafa Paşanın çıkmış olması kabil olsaydı, yeniçerinin toptan yok edilişi, bu sadrıazam tarafından mutlak gerçekleştirilir böylece 17 senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar Mustafa Paşa; hayatına ve dolaysıyla sadaretine devama muvaffak olabilseydi, Sultan Mahmud ile el ele vererek bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı. Dünya târihinin kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka panaroma gösteriyor olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz nezdinde, büyükelçisi olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan ve hristiyanlık uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda başına gelenlere de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat zaman zaman isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve kasıtlı yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin tasfiyesini anlatan satırlarını, sayfalarımıza alarak olayların yakın şahidinin müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim hem nalına hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız amma bunun böyle olması normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde emelleri olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile gelmiş bir intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve politikasının menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii hakkı olduğu gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını pazarda bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu eserini Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri M. R. üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak, takdim edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marmara kıyısındaki yeniçeri ağasının sarayı, Bizans'tan kalan surların içindeki eski İstanbul, bugün seraskerin oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sarayın bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanılmaz bir ihtilâli hiç bir şeyin çeviremeyeceği ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi böyle bir şeye cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki desteğinin, mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğru karar vermiş olduğunu ispat ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da karargâh kurmuş olan yiğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin, kumandanı ile Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onlara katılmışlardı. Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu dört adamın başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi, Alemdar'ın bir şaşkınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden, imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer yüzünden silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin yukarıdaki ifadesinden sonra Kapdan-ı derya Ramiz Paşanın Haliç'de Kasımpaşa'daki tersanede ikamet etmesinden bahseder ve yeniçeri askerinin, yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u ikametgâhından bir müddet seyrettikten sonra tersane askerini toplayıp onlara bir hitabede bulunur onlara padişaha ve kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine duyulan bu emniyetten dolayı, büyük bir memnuniyetle ve samimiyetle teklif olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen Kasımpaşa'nın sırtlarında bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada bulunan Sekban sınıfı askerin kışlalarını terk ile kendisine iltihakının haberini yollar. Yine bir gu-rub daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede bulunan topçu sınıfına aynı taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de yanındaki dörtbin asker ile karargâh kurmuş bulunan askerle gelişmeleri takip etmekte olan Kadı Abdurrahman Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar ahalisini, askerinin ikibin kişi kadarıyla kontrol altında bulundurmasını geri kalan ikibin kişiyigemilere irkâb yâni gemilere bindirerek padişahın sarayına çıkıp Sultan Mahmud'u koruma altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil tedbirleri aldıktan sonra da, bir keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne vadi yolu üzerinden Edirne şosesi istikametinde sevk eder. Vazifeleri ise, şehre ulaşmaya çalışan ve yeniçerilere muavenet edecek, her çeşit teşebbüsün aman verilmeden önlenmesi, direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine saldığı tebdili kıyafet etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın kurtulduğunu birlikleri toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı, haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri, yeniçeri ve hempalarını da birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi destekleyen imamların, Alemdar aleyhine olarak destekledikleri bu isyanında, sadnazami yok etmeye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri kürsülerden çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğunu ve askerleriyle geri döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak sadrıazamı içeri almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil boyunca aldığı tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil kenarı mahallelerine yapılan top atışlarının isyana eğilimli olanların sinmelerine yo! açarken, saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın askerleri tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma küstahlığını gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödüyorlardı. Demekte olan Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak lüzumunu hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri olmasına rağmen yeniçeriye sevdirememİş, otoriter ve dediğim dedikçi muktedir bir veziriazamın gölgesinde silik oiarak bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete eğilimi de hayli fazla olan genç padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak altında olacağını, 4. Mustafa'nın adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî olan lakabının gereği olduğunuda hiç unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak olduğu takdirde 4. Mustafa'nın tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye geleceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fırtınaları içinde debelenip duruyordu. O sırada kötü danışmanların; yanlış tavsiyeleri, hanımları, anneler gözdeler ve hadımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar, târihe hayırsız malumatlar, hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyacağı işler yaptırtırlar. Amma; şu da vardı ki, bu isyanı tartışmasız bastırmak padişahın yepyeni bir otoriteyle adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin açık kapısı sayılma şansı taşıyordu. Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin faili, en sıkışık anda kendini inşa ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir sanatınında elbette üstadlarmdan biriydi.
Yukarıda meâlen vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki Alemdar vakası ile 1826'daki yeniçeri ilgası harekâtını aradan geçen zamanı yok farzederek, birbirinin mütemmimi yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir târih âliminin tabii tercihi olup, bizim târih felsefesi anlayışımızda, özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de ancak hemen şunu da biz hatırlatmak isterizki, padişahın huzurunda devlet-i âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu vahim durumdan çıkarıp, dönemin her çeşit terakkisine açık bir devlet yapısına ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı devam ettirmek isteyenlerin mücadelesinde, en zor durum yine Sultan Mahmud'un üzerindeydi. Çünkü bir halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında pederi mânevileriydi. Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne zordur, Rabbimizin suallerine cevap vermek.. Ramiz Paşa, Tersaneden ayrılıp saraya geldiğinde olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla padişah mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklanmak üzereydi. Sarayın mazgalları üzerinden ve minarelerden, bir kişi hariç bütün yeniçeri ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu. Afdan mahrum kılman tek kişi ise, yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o, bu fitnenin bedeliydi. Yeniçeri askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak, taraftarları böylece mağlup edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte yandan bu tarz, hem Osmanlı insanının kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan Mahmud da, taht'dan inmekten kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti hakkında, tercih yapmaktan kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu satırları çok dikkat çekici olduğundan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan Mahmud, sarayın" kulesinden askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini, mahve-dişini seyrediyordu. Hem bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu merhametin etkisinde kalarak Kadı Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden, yeniçerilerin ateşine karşılık vermemesini buyurdu. Surların üzerinden yayınladığı bir bildiri ile yeniçeri ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını söndürmesini buyuruyordu. Ağa, padişahın buyruğuna saygı göstermek bakımından yangının ucundaki evleri yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali, sönen yangından ve mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak, saraya çıkan bütün yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya, Kadı Abdurrahman'a bostancılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın, şahsına yağdırılan lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa Sultan Mustafa diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık görülüyordu. Kaçınılmaz yenilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın kurulması arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mustafa'nın derhal idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmetkârları, danışmanları, hadımlar, padişahın ayaklarına kapanarak bu kararın verilmesi için yalvarmaya başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3. Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı cellâdların elleriyle hayata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4. Mustafa'nın öldürtülmesine temas ederken, şu cümleyi kullanmış olmasını da duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu imparatorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet düzeni uğrunda işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen şu dip notla açıklamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mühim bir mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet olduğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not: "Dikkat edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimizden çok değişik bir tarzda anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir şekilde, haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki Fransız elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde, istifade ettiği devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun tarihçilerimiz tarafından incelenmesi faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın üzmen'in, bu bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini görmek kabil bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz önüne almayan mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine ecdadımızın hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann arasındaki, ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik olduğunu hesap etmemesi, sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman biz de deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih bilgisini hâiz olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra musallat ettirilen palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriyle bakanlar olarak, görmek lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında geridöneceği umudunu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görünce cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarısından Kadı Paşanın askerleriyle sekbanlar halka aldatıldıklarını yoksa din kardeşleri yeniçeriler ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrah-man Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamını alacaklarına söz verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile, kutsal bir kişi haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu. Yararsız bir uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefere bırakarak kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin yeniçerilerle barışmalarını hoş karşıladı. Barışma birinci avluda meydana geldi. Durumdan memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini istiyorlardı; Padişah onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man Paşa, Behiç Efendi gibi Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye bindirildiler ve Marmara kıyısında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a kaçarak, hâla Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün müddetle yakan vede kana boğan ihtilâl kaçmaları ile yatıştı. Aynı gün yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid kışlasını tamamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha elçiler göndererek başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini tekrarladılar. Gizliden gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın başında saraya gelerek, padişahın yenilgisini bir zafer gibi kutladı. İhtilalde mutlakıyetin, dinîn ve eski yasaların zaferini görüyordu. Her şey eski düzene göre yerli yerine geldi." Görüyorsunuz sevgili okurlar Lamartin'in yazdıklarında; bence üç husus önem arzediyor. Birincisi, 4. Mustafa'nın katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek olarak kutsallık kazandı ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid kışlasını yakıyorlar, sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve revan içinde tutmaları özürle geçiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski yasaların zaferi gibi şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin hâkimiyetinden rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın katlini hoş karşılamak ne kadar doğruysa, daha önceki katilleri de öyle bulmak lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize biraz tetkik ettiğimizde söylüyor nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye Anadolu ve Rumeli diye taksimi teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa daha yazalımki iktidarın ne istediği bilinsin: "Bu devlet-i âliye öyle başı örtülü bir gelindir ki, iki damada birden tâb olamaz, arûs-î saltanat inkısam kabul etmez!" Demek suretiyle devletin idaresinin asla ortaklıkla olamayacağını ortaya koyması bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çözümünün, bir tarafın diğer tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu mücadelede hududullahın aşılmaması olması olduğunu, bu veli padişahın beyanından çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru giden sür'at herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı aşan bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet tasfiyesinden zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık Kapdanıderya Ramiz Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu denerken, Kadı Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında dolaşmakta, yeniçerilere karşı bir askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, derviş kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahramanca savunduğu; saray'ın kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."
ikinci Mahmud Biyografisi 5
Bu ekalliyet yâni, az sayıdaki insan o kadar ki, Reşid paşanın nefsinde toplanmış bulunuyordu ve Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen dilekçeyi, vererek, mabeyne göndermekten çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz, ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla sarsılacağını saldıran, hissetmeden evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye, şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk dakikada mâliye işlerine, bir hükümdardan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk adımda medrese tedrisatı usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması suretiyle ozarnanlar ulema denilen işi yürütenler, taassub pençesinden kurtulmaya gayret göstermesi, askeriyeye ait işlerinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek, başkentte batı düşüncesinin dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda örtülü olması: "ümur-u dahiliye ve hariciye, mâliye ve askeriye velhasıl kâffe-i hususata nezaret-i şâmile" kaydının konmasıyla, mutlakıyetin geri gelmesi fikrine teşebbüs ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az olanlar, attıkları adımlardan mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan Abdülmecid, ilk günlerinde iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı almıştı. Mutlakıyetin karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak bal çalarak kendini beğendirme politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike konulan tevcihlerinde ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edilmiş idi.
Tevcihatı yâni taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam bir senettir. "Biz; geçmiş dönemde bu türlü entrikaların ne çok çeşitlilerini görmüş ve daha sonra esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden beri siyasetimizde ve tarihte kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma) politikası denirdi. Kişiler hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi kadar, anane ve mazisine sâdık hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat şöyle idi: Önce suhulet mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare olunmakta olunan mansıbların birleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu idare dahi müşkülata ve özel müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek icraatı vakıada, pek fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması hakkında sâdır olan, yâni çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın yerine darbhane müşirliği, Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan, Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin, darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın azliyle, mâliye nezareti ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski defterdarlardan Hacı Edhem efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı Musa Safveti efendiye ve Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum beyefendiye, boşalan Tophane müdürlüğünü nezarete çevirerek Bağdad eski defterdarı Arif Zeki Efendiye tevcihi, maliye vede darbhane nazırları Nazif ve Hasib Paşaların, vazifeden alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men etmekten umulan, eski dönemin usulünce, bir nevi adalet icrası yapmaktır. Tanzimatı hayriye tarihine kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine bağlıydı. Her yerin bedeli hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali veya mütesellim, voyvoda olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak taksiti belli olarak o mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından hazineye nakden veya havalesi yapılırdı. İltizamlarda mukataat dahil ise, mukattaat yalnız aşar hasılatına mahsustu. (Tarih-i Lütfi)
Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın Biyografileri
Mustafa Reşid paşa: 1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid hân vakfiyesinin ruznamçecisi Mustafa efendi isimli bir zattır. İlim yolu başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek ilimleri ise Beyazid camii şerif müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir Türk Diplomatının Siyasi Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814 senesinde eniştesi İspartalı Seyid Ali paşa serasker unvanı ile Mora'ya vazifeli olarak gönderildiğinde de Reşid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali paşa Bursa, Kocaeli mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula getirtilmiş sadaret uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret mühürdarı olarak istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi surette tevcih olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife almamış olan birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi, kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını, daha önceki deneyimlerden bildiğinden, çok görücülerin ifadelerine zerre kadar önem vermedi ne varki; Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey, 1250/1834'de aivan-ı hümayun amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa sabit elçi olarak tâyin edildi.
Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi
Seyid Ali Paşa; devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de, devletin mühim işlerini güzelce idare etmeye iktidarı bulunan kimselerden olmadığından az bir vakit sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid bey, eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çekilmiş, servet sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret içinde yaşamıştır. Ancak; çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak girmiş ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının vukuundan sonra hanımını boşayıp, merhumun müstefreşelerinden biriyle evlenmiştir.
Bu sırada reisülküttap Pertev efendinin gizlilik taşıyan işlerinde büyük iltifatlarına nâiî olan Reşid bey, 1246/1830 yılındaki Mısır valisi Mehmed Ali paşanın Girid adasına yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev efendiye refakat etmiştir. 1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi genişledikçe amedi divanı reisi Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid Mehmed paşanın yanına gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine tayin edilmiştir. Bahse konu gailenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden Akif efendi, başka bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten Reşid bey uhdesine verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat Halil paşa refakatiyle Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade İbrahim paşa ile müzakereye selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sırada bazı bedbahtlar Reşid bey aleyhine isnatlarda bulunmuşlar ve padişahı dahi, kızdırmışlardı. Padişahın yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek, tahkikat yapılmasını tavsiye ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda neticede aklanması gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835 tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti tarafından, yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fransa nezdinde kalıcı elçi tayin olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı. O zamanlar; şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen arabalarla gitmeğe ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siyasetçilerini ziyarete mecbur olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan meşhur Meternih, Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek alakasının derecesini göstermişti. Prens Meternihin burada Reşid bey'in koluna girerek, kendisine büyük bir saygı beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark meselesine dair ufak-tefek masallar söylüyordu.
Reşid bey, o andan itibaren Fransızcasını ileri seviyeye taşımasının şart olduğu kararını veriyordu. Reşid bey'in biyografisinde şu kısım pek mühimdir: Reşid bey Paris'teki vazifesini güzel bir şekilde sürdürürken Fransızca lisanını ilerletmek hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte taraf-tanda avrupada rastladığı ve gördükleri kendisini intibaha getirip, medeni teşekkülat, faydalı tesislerin kurulupda işletilmesinden tutunda, devlet idare tarzına ve devletler hukukuna, muamelat ve malumatına dair tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey 1251/1836'da izinli olarak İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük elçilik unvanına vede bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken, amedçilik uhdesinde bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret görevi Londra elçiliğine tahvil edilmiştir. Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii yapılmıştı. Pertev Paşa'da padişah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O zaman büyük ve küçük devlet adamları, iki partiye bölünme durumundaydı. Bir bölümü Pertev paşaya, diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o hengamede Pertev paşa tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in devlet-i âliye-nîn mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin muhafazasının temini halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat kazanacağını ileri sürüp, güzelce ikna etmeğe muvaffak oluyor, Reşid beyin nezaket dolu davranışları ile Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye nâzın olan Ahmed Hulusi paşa vefat edince, Reşid bey'e paşalık verilmemekle beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan, kılıç ve diğer eşya Londra'ya gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Pertev paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa devletleriyle vaki münasebetlerinde var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada, tanınmış ve oraları bilen sefirler bulunması lâzımdır" yollu telkinleri üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş, buna ilave olarak da büyükelçilik unvanı tanınmıştı. Hemende Paris'e gönderilmişti. 1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak çekilmek durumunda kalmış Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine sefaret görevi ile Londra'ya gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid paşa Paris'de bulunmaktaydı. Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e geldiğinde duymuştur. O zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid paşa, Paris'de kral Lui Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral Filip'in derhal verdiği emirle bir gemi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid paşa nezaketle red edip, Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o sıralarda makamı sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayununun okunmasından sonra; 1257/1841'de İstanbul'a getirilip, Edirne valiliğine tâyin edilmişse de, hastalığı münasebetiyle gidemeyip, yine Paris sefirliği ne avdet etmişti. 1261/1845'de 2. defa olarak hariciye nezâretine, 1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de görevinden alınmış, 3 ay, 9 gün sonra yeniden sadarete getirilmiştir. 1268/1852'de infisal edip, meciis-i vâlâ reisliğine geçerek, aradan geçen 41 gün sonra 3. defa sadrıazam olmuştur. Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaretten, 3- defa hariciye nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tarihine gelinmişti. Ve 1271/1854'de, 4. defa makamı sadarete ; gelip bu sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti üzerine de, Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9 ay, 7 gün sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti ve 1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali dâr-ı beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğinde Okçular başındaki, özel türbeye defne olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i dâniş, Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i resmî gibi önemli müesseselerin kurulmasında memleket irfanına kalemiylede hizmet ederek, özetlersek resmî lisanıda ıslah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir. Edebiyat tarihimizde bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisanımız, bir taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun kalemi ile avrupa düşüncesi edebiyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretinde dört kere koltuğu işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti: "Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır idaresini yeni şekil ve güzelliğe çevirmekle yapmış olduğu ıslahatçı yenilik ve siyasasında yolun başlangıcını medeniyet hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de Arnavutluk'ta, Görüce civarında bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi çocukken babası her nasılsa vatanını terk ile ailesini de yanına alarak, Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada büyüyüp, tütün ticaretiyle iştigal etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca istila edilmesi sonrası içine yuvarlandığı halden kurtulması için asker yazıldığı sırada Mehmed Ali de, Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti. Orada Arnavut askerlerinin başı olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında fevkalade büyüklükte cesaret sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı. Böylece-de itibarı yükseldi. Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri ve Mısır Memlükleri üçgeninde çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir mevkie yükselme vaziyetine gelmişti. Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma yolunu tutmuştu. Artık bu kuvveti istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca Mısır'ın idaresi müthiş bir karışıklık içine düştü. Mehmed Ali askeri zaptı rapta alıp, Hüsrev paşaya işten el çektirdi. Memleket idaresini eline almış, vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi vali yapmakta bir mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde rütbe-i vezarete nail olarak resmen Mısır valisi olmuştu. Asayişin yeniden kurulabilmesi için, Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin varlığını izale etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde muntazam askerler tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yüzünden Osmanlı devleti ile onun valisi olan Mehmed Ali paşanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali paşanın oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da sadn-azam Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı yerde Çerkeş Hafız paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu arada Osmanlı tahtında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine oğlu Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde işe karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah Mehmed Ali Paşa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbrahim paşa, Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa, iki senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül âiam'dan hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın kölelerin-dendir. Hüsrev paşanın asakiri mansure ordusunun seraskerliğinde, mirmiran rütbesinde bulunup, 1243/1828 Rusya seferinde vezaret rütbesiyle vede seraskerlik kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde Şumnu'ya gitmiş ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini ***
ürmek üzere, büyük elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderilmiş, 1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene sonrada, donanma ile Mısır'a gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirliğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah damadiığına nail olmuş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamına getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak üzere seraskerlikten azledilmişti. Sultanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden meclis-i ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis reisliğine getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa kaptan-ı deryalığa tayin edilmiştir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka eylemiştir.
Yeniçeri Vak'ası
Sultan 2. Mahmud döneminin en önemli olaylarından birisinin, yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun safahatı olduğu, malumdur. Osmanlı devletine beş asır hizmet vermiş olan bu ocağın, acaba ilgası yerine restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla devamı kâbilmiydi? Sorusu herkes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak; görülen odur ki, yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan kaldırılmayı çoktan hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı diplomatlardan, şâirlerin içinde hayli yüksek bir nâmı olan ve aynı zamanda tarihçi olan Alfred Do Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında neşrolmuş, eserinin 7. cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı isabetli bir iş yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki Yeniçeriağasının sarayı, Bizanstan kalan surların içindeki eski istanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün İstanbul yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine genel ve dayanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi, döneminin şeyhlerinden birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının altında nice zaferlerin mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları ile rahnedar olup, işi zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ıslahat teşebbüslerine engel tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını edilsin? İkilemleri ile ülkeyi ve devlet ricalini bir arada bir derede dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş, niyetini diline hâkim olamayıp, yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını söylemiş ve bu dikkatsizliğini hem tahtını hem de hayatını kaybetmiş, yıllarca sipahiler ile yeniçeriler arasında sıcak çatışmalara, İstanbul'un göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan etmesine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i kuran 3. Selim/in ise, hâzin ve göz yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her isyanın altında ispat-ı vücud eden yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer sadaret konağında bunlarla yaptığı ve üç gün üç gece süren mücadeleden şehid olmadan, Alemdar Mustafa Paşanın çıkmış olması kabil olsaydı, yeniçerinin toptan yok edilişi, bu sadrıazam tarafından mutlak gerçekleştirilir böylece 17 senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar Mustafa Paşa; hayatına ve dolaysıyla sadaretine devama muvaffak olabilseydi, Sultan Mahmud ile el ele vererek bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı. Dünya târihinin kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka panaroma gösteriyor olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz nezdinde, büyükelçisi olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan ve hristiyanlık uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda başına gelenlere de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat zaman zaman isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve kasıtlı yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin tasfiyesini anlatan satırlarını, sayfalarımıza alarak olayların yakın şahidinin müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim hem nalına hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız amma bunun böyle olması normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde emelleri olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile gelmiş bir intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve politikasının menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii hakkı olduğu gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını pazarda bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu eserini Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri M. R. üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak, takdim edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marmara kıyısındaki yeniçeri ağasının sarayı, Bizans'tan kalan surların içindeki eski İstanbul, bugün seraskerin oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sarayın bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanılmaz bir ihtilâli hiç bir şeyin çeviremeyeceği ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi böyle bir şeye cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki desteğinin, mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğru karar vermiş olduğunu ispat ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da karargâh kurmuş olan yiğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin, kumandanı ile Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onlara katılmışlardı. Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu dört adamın başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi, Alemdar'ın bir şaşkınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden, imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer yüzünden silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin yukarıdaki ifadesinden sonra Kapdan-ı derya Ramiz Paşanın Haliç'de Kasımpaşa'daki tersanede ikamet etmesinden bahseder ve yeniçeri askerinin, yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u ikametgâhından bir müddet seyrettikten sonra tersane askerini toplayıp onlara bir hitabede bulunur onlara padişaha ve kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine duyulan bu emniyetten dolayı, büyük bir memnuniyetle ve samimiyetle teklif olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen Kasımpaşa'nın sırtlarında bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada bulunan Sekban sınıfı askerin kışlalarını terk ile kendisine iltihakının haberini yollar. Yine bir gu-rub daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede bulunan topçu sınıfına aynı taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de yanındaki dörtbin asker ile karargâh kurmuş bulunan askerle gelişmeleri takip etmekte olan Kadı Abdurrahman Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar ahalisini, askerinin ikibin kişi kadarıyla kontrol altında bulundurmasını geri kalan ikibin kişiyigemilere irkâb yâni gemilere bindirerek padişahın sarayına çıkıp Sultan Mahmud'u koruma altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil tedbirleri aldıktan sonra da, bir keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne vadi yolu üzerinden Edirne şosesi istikametinde sevk eder. Vazifeleri ise, şehre ulaşmaya çalışan ve yeniçerilere muavenet edecek, her çeşit teşebbüsün aman verilmeden önlenmesi, direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine saldığı tebdili kıyafet etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın kurtulduğunu birlikleri toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı, haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri, yeniçeri ve hempalarını da birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi destekleyen imamların, Alemdar aleyhine olarak destekledikleri bu isyanında, sadnazami yok etmeye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri kürsülerden çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğunu ve askerleriyle geri döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak sadrıazamı içeri almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil boyunca aldığı tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil kenarı mahallelerine yapılan top atışlarının isyana eğilimli olanların sinmelerine yo! açarken, saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın askerleri tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma küstahlığını gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödüyorlardı. Demekte olan Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak lüzumunu hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri olmasına rağmen yeniçeriye sevdirememİş, otoriter ve dediğim dedikçi muktedir bir veziriazamın gölgesinde silik oiarak bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete eğilimi de hayli fazla olan genç padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak altında olacağını, 4. Mustafa'nın adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî olan lakabının gereği olduğunuda hiç unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak olduğu takdirde 4. Mustafa'nın tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye geleceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fırtınaları içinde debelenip duruyordu. O sırada kötü danışmanların; yanlış tavsiyeleri, hanımları, anneler gözdeler ve hadımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar, târihe hayırsız malumatlar, hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyacağı işler yaptırtırlar. Amma; şu da vardı ki, bu isyanı tartışmasız bastırmak padişahın yepyeni bir otoriteyle adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin açık kapısı sayılma şansı taşıyordu. Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin faili, en sıkışık anda kendini inşa ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir sanatınında elbette üstadlarmdan biriydi.
Yukarıda meâlen vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki Alemdar vakası ile 1826'daki yeniçeri ilgası harekâtını aradan geçen zamanı yok farzederek, birbirinin mütemmimi yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir târih âliminin tabii tercihi olup, bizim târih felsefesi anlayışımızda, özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de ancak hemen şunu da biz hatırlatmak isterizki, padişahın huzurunda devlet-i âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu vahim durumdan çıkarıp, dönemin her çeşit terakkisine açık bir devlet yapısına ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı devam ettirmek isteyenlerin mücadelesinde, en zor durum yine Sultan Mahmud'un üzerindeydi. Çünkü bir halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında pederi mânevileriydi. Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne zordur, Rabbimizin suallerine cevap vermek.. Ramiz Paşa, Tersaneden ayrılıp saraya geldiğinde olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla padişah mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklanmak üzereydi. Sarayın mazgalları üzerinden ve minarelerden, bir kişi hariç bütün yeniçeri ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu. Afdan mahrum kılman tek kişi ise, yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o, bu fitnenin bedeliydi. Yeniçeri askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak, taraftarları böylece mağlup edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte yandan bu tarz, hem Osmanlı insanının kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan Mahmud da, taht'dan inmekten kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti hakkında, tercih yapmaktan kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu satırları çok dikkat çekici olduğundan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan Mahmud, sarayın" kulesinden askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini, mahve-dişini seyrediyordu. Hem bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu merhametin etkisinde kalarak Kadı Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden, yeniçerilerin ateşine karşılık vermemesini buyurdu. Surların üzerinden yayınladığı bir bildiri ile yeniçeri ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını söndürmesini buyuruyordu. Ağa, padişahın buyruğuna saygı göstermek bakımından yangının ucundaki evleri yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali, sönen yangından ve mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak, saraya çıkan bütün yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya, Kadı Abdurrahman'a bostancılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın, şahsına yağdırılan lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa Sultan Mustafa diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık görülüyordu. Kaçınılmaz yenilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın kurulması arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mustafa'nın derhal idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmetkârları, danışmanları, hadımlar, padişahın ayaklarına kapanarak bu kararın verilmesi için yalvarmaya başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3. Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı cellâdların elleriyle hayata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4. Mustafa'nın öldürtülmesine temas ederken, şu cümleyi kullanmış olmasını da duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu imparatorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet düzeni uğrunda işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen şu dip notla açıklamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mühim bir mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet olduğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not: "Dikkat edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimizden çok değişik bir tarzda anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir şekilde, haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki Fransız elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde, istifade ettiği devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun tarihçilerimiz tarafından incelenmesi faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın üzmen'in, bu bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini görmek kabil bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz önüne almayan mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine ecdadımızın hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann arasındaki, ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik olduğunu hesap etmemesi, sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman biz de deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih bilgisini hâiz olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra musallat ettirilen palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriyle bakanlar olarak, görmek lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında geridöneceği umudunu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görünce cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarısından Kadı Paşanın askerleriyle sekbanlar halka aldatıldıklarını yoksa din kardeşleri yeniçeriler ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrah-man Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamını alacaklarına söz verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile, kutsal bir kişi haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu. Yararsız bir uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefere bırakarak kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin yeniçerilerle barışmalarını hoş karşıladı. Barışma birinci avluda meydana geldi. Durumdan memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini istiyorlardı; Padişah onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man Paşa, Behiç Efendi gibi Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye bindirildiler ve Marmara kıyısında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a kaçarak, hâla Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün müddetle yakan vede kana boğan ihtilâl kaçmaları ile yatıştı. Aynı gün yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid kışlasını tamamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha elçiler göndererek başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini tekrarladılar. Gizliden gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın başında saraya gelerek, padişahın yenilgisini bir zafer gibi kutladı. İhtilalde mutlakıyetin, dinîn ve eski yasaların zaferini görüyordu. Her şey eski düzene göre yerli yerine geldi." Görüyorsunuz sevgili okurlar Lamartin'in yazdıklarında; bence üç husus önem arzediyor. Birincisi, 4. Mustafa'nın katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek olarak kutsallık kazandı ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid kışlasını yakıyorlar, sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve revan içinde tutmaları özürle geçiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski yasaların zaferi gibi şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin hâkimiyetinden rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın katlini hoş karşılamak ne kadar doğruysa, daha önceki katilleri de öyle bulmak lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize biraz tetkik ettiğimizde söylüyor nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye Anadolu ve Rumeli diye taksimi teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa daha yazalımki iktidarın ne istediği bilinsin: "Bu devlet-i âliye öyle başı örtülü bir gelindir ki, iki damada birden tâb olamaz, arûs-î saltanat inkısam kabul etmez!" Demek suretiyle devletin idaresinin asla ortaklıkla olamayacağını ortaya koyması bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çözümünün, bir tarafın diğer tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu mücadelede hududullahın aşılmaması olması olduğunu, bu veli padişahın beyanından çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru giden sür'at herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı aşan bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet tasfiyesinden zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık Kapdanıderya Ramiz Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu denerken, Kadı Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında dolaşmakta, yeniçerilere karşı bir askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, derviş kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahramanca savunduğu; saray'ın kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."
ikinci Mahmud Biyografisi 5