2011-07-08 16:20
Sultanlar / Padişahların Biyografileri / Sultan Dördüncü Mehmed Biyografisi2
Sultan Dördüncü Mehmed Biyografisi2
Vakai Vakvakiye
Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teşkil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadarete getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olunmakta, hiç kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıkacak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğmasına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden etkilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yılında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tarihi" adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya çalışalım: "Bizde bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan şahsın değiştirilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret değişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış olmaz. Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dönemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sürmeye ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya sürülmesi, maaşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askerimize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına sebebiyet vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediğimiz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönderdikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların kelleleri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende npcenleri istemeye istemeye vermek mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi, ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed meydanında bulunan çınar ağaçlanıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren bir ağacın olan Vakvakiye ağacınında bu vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların "dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vurmadık. Bahse konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhyalık mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapacak kerteye gelmişti. Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri neferiyken, sistemin gereği terakki etmiş, yeniçeri ağası olmuştu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi. İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç birine tâlib olmayan kimse olarak görüyor, sadece eski bir yeniçeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını Paşa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas sebebi, Muslihiddin Ağa'nın yeniçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye dönüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga ***iklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullanarak, makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Muslihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bırakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yalnız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılıklar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü sefada yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir tabiat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olmaya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gelmişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlardır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken hareketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemişlerdi. Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranışlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.
Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu destek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Muslihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yandan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra aleti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-, bıraktı. Sadnazamların uşak gibi kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey, nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devletin önemli güç merkezlerini ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine göre, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Tabii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa macerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, karkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-
' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına kapılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücadeleleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padişah yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden gündeme gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahsettiğimiz senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gelmiştir, bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dönem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz göstermeyip, onların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bunların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbaların, taht'a göz dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada bulunuyorum.
Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı ismi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller oluyordu. Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile gitmek üzere toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup, muntazaman haraca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapılarak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimselere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve haydutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili hususunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye dayanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı olduğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtulmak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatının red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sıradan çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin sonunun, selâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp giden erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten olmadığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı geçen eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre olarak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının muntazam bir şekilde badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri alma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa kitabın yazarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olmadığının idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ içindedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece surları badanalamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler bizce pek haklı sayılamaz.
Kürekçi Temini
Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden donanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bizim gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâyetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece avrupalıların gemilerinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak yaz-k7 olduğumuz dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela odunculuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlandı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anadolu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kahve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir ***
ürüyormuş ..gibi içeriye sokup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulurdu. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah getirmeye çalışalım.
Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana gelen olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş aldı. Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını beslemek, yapacakları tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip giderlerken de, diş kirası denilen bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da isyan var şeklinde aksettirdi.
Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal etmek gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek güzel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre sokmayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.
Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır. Ancak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposunu eline geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a ***
üreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, diğerinden çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları gemilere yükleme ameliyesi başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir yağmacı, hırsızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam ederler.
Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstererek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa tahammül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Paşa tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongömlek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göstermektedir. Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarıların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazelemeğe hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında olacağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında adamakıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışmada kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ahmed Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Paşayı azli düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birleşerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar korkusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonucunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı verdiler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanıyordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazifesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmişti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine celbe muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da okutulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i yapılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak adamı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yanlışlık oldu, esas oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pazarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle epeyi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para kazandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri sayarak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Mehmed Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Murtaza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapıyor. İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçeğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı kolaylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tasvirleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fariğ oluyor.
Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .
Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, donanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fırsat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade etmekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen orduyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa olduğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyordu bir atfı nazar edelim:
Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesleğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın tasarrufuna geçiyordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kullanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük paralar kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim taşıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-
önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geçti Bu arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendilerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korkuya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecekler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.
Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kaptan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir hakarete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koruma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazaklardan daha da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldurup, saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapılacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut reislerin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapılması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptanlarının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaşçısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değiştirip, karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak yeniçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldırdığı düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemilerden inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyorlardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vakadan etkilendi perişanlığı yaşadı.
Ben Senin Başını Keserim!
ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tevcih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde temel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yukarıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını keserim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri askerinin donanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında görülür"
İsraf Üzerine Bir Kaç Söz
Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin israfı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hizmetçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutuluyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya takımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yine büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bayram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafazaya muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar ***
ürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.
Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçlamalarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan kimseler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldürülmesine sebeb olan haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer verelim: "bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peşkeş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibine ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe göndermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede ettiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıtladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefekkür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb olsaydı bu kadar düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!
Para Ve Vükela Toplantısı
Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, ahali ve basının hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmalarının tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara benzemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Melek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esnasında vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş:
Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol partisi arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında her vatandaşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memleketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu vakanın tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görülen, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan varestedir.
Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yükselirini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükümetin başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve kabine üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden kırgın olarak, yapılanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet adamı yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan yetiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçlarından bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksanarak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden kaynaklandığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tutamamıştır.
Dış Politikada Davranışlarımız
Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken hariciyenin vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetlerini sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsaade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş durmayıp çeşitli işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vükelâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaşmakta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bulundurmanın maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyordu. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı gerekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konsolosunu celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesine önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye itimat etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vakanın şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhülislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mecbur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama bunun sonunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirmediler. Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu talebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye güvenirsiniz de devamlı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız? Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz. Bundan dolayı antlaşmamız bozulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi "***
ürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der. Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldiğinden, bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, aldıkları emir icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hapsettiler. İşin vardığı kerte her yerden duyulur. Devlet ricali telâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu seferde şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karışmış olmalarının yanlış olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; aslında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığında Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Turhan Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhülislâmın hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle şu tarihi düşürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061 tarihini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâtiplik vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarından! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yoktu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in odasında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okuttum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahlarını adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Rumeli kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye feda edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük belâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktelere benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar verilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın geçimini sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu fakirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ olarak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fetheden, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Valide belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer semavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadelerdi. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..
Padişahın Mukavemeti
Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişahların Has Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyretmesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı senelerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak arzusu izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa; meşhur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla henüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden olduğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda kalıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide tarafından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. Sonunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sadrazamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplantı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, durumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatırına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sadakatle hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."
Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazarken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yukarıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad beyin yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan esbabı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.
Ağaların Ortadan Kaldırılması
Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapılması gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o devri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe bakarak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrünü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın ahaliyi kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sultan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol açacak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukaralara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayramın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini tebdili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste yatanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden, halas ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde yirmi sandık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığımız mücadele aslın da, devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ ülkenin ikiye bölünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul esnafının ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel olamadığı gibi, Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamamasına rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun yapılmamasının neticesinin vahim olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın kafasındaki tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etmeğe karar verdi ve kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullanmaktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misaldir, diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlıyordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kösem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kösem Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gelmesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, rica eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sultan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbrahim ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamleyle oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edileceklerinin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Reyhan İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesaplara göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların akşam açık bırakılacak kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fesadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangilerinin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine aldırdı. Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri hususunda kati emirler verdi. Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın hayatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yapmış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak burada "harp hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu yalan; padişahın öldürülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan, saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz? Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kalabalık Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yanlarındaki yine hadım hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu, parça parça edildiler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı yer bir dolap içiydi. Yorganların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Büyük Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr, kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar kadını. Buna ne olursa olsun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile sadakat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafından kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kösem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri olduğunu rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Valide Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok edilişini anlatmaya gayret edelim.
Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak vaziyetlerden habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, yeniçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş gerek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üzerine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema takımın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sarayın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapısından gelen çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna karşılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne saray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyorlardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçekten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yapsalardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının istemeleri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere olduğunu rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa gerek.
Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve burada vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sarayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın taktiğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi oldu. Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saraydaki toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:
Biyografinin Devamı İçin Tıklayınız
Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teşkil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadarete getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olunmakta, hiç kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıkacak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğmasına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden etkilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yılında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tarihi" adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya çalışalım: "Bizde bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan şahsın değiştirilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret değişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış olmaz. Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dönemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sürmeye ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya sürülmesi, maaşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askerimize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına sebebiyet vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediğimiz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönderdikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların kelleleri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende npcenleri istemeye istemeye vermek mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi, ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed meydanında bulunan çınar ağaçlanıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren bir ağacın olan Vakvakiye ağacınında bu vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların "dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vurmadık. Bahse konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhyalık mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapacak kerteye gelmişti. Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri neferiyken, sistemin gereği terakki etmiş, yeniçeri ağası olmuştu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi. İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç birine tâlib olmayan kimse olarak görüyor, sadece eski bir yeniçeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını Paşa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas sebebi, Muslihiddin Ağa'nın yeniçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye dönüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga ***iklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullanarak, makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Muslihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bırakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yalnız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılıklar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü sefada yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir tabiat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olmaya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gelmişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlardır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken hareketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemişlerdi. Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranışlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.
Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu destek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Muslihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yandan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra aleti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-, bıraktı. Sadnazamların uşak gibi kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey, nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devletin önemli güç merkezlerini ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine göre, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Tabii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa macerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, karkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-
' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına kapılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücadeleleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padişah yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden gündeme gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahsettiğimiz senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gelmiştir, bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dönem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz göstermeyip, onların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bunların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbaların, taht'a göz dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada bulunuyorum.
Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı ismi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller oluyordu. Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile gitmek üzere toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup, muntazaman haraca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapılarak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimselere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve haydutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili hususunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye dayanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı olduğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtulmak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatının red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sıradan çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin sonunun, selâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp giden erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten olmadığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı geçen eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre olarak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının muntazam bir şekilde badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri alma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa kitabın yazarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olmadığının idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ içindedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece surları badanalamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler bizce pek haklı sayılamaz.
Kürekçi Temini
Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden donanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bizim gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâyetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece avrupalıların gemilerinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak yaz-k7 olduğumuz dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela odunculuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlandı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anadolu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kahve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir ***
ürüyormuş ..gibi içeriye sokup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulurdu. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah getirmeye çalışalım.
Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana gelen olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş aldı. Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını beslemek, yapacakları tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip giderlerken de, diş kirası denilen bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da isyan var şeklinde aksettirdi.
Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal etmek gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek güzel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre sokmayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.
Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır. Ancak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposunu eline geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a ***
üreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, diğerinden çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları gemilere yükleme ameliyesi başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir yağmacı, hırsızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam ederler.
Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstererek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa tahammül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Paşa tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongömlek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göstermektedir. Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarıların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazelemeğe hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında olacağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında adamakıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışmada kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ahmed Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Paşayı azli düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birleşerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar korkusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonucunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı verdiler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanıyordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazifesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmişti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine celbe muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da okutulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i yapılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak adamı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yanlışlık oldu, esas oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pazarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle epeyi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para kazandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri sayarak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Mehmed Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Murtaza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapıyor. İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçeğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı kolaylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tasvirleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fariğ oluyor.
Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .
Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, donanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fırsat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade etmekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen orduyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa olduğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyordu bir atfı nazar edelim:
Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesleğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın tasarrufuna geçiyordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kullanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük paralar kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim taşıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-
önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geçti Bu arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendilerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korkuya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecekler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.
Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kaptan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir hakarete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koruma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazaklardan daha da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldurup, saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapılacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut reislerin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapılması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptanlarının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaşçısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değiştirip, karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak yeniçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldırdığı düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemilerden inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyorlardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vakadan etkilendi perişanlığı yaşadı.
Ben Senin Başını Keserim!
ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tevcih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde temel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yukarıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını keserim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri askerinin donanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında görülür"
İsraf Üzerine Bir Kaç Söz
Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin israfı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hizmetçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutuluyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya takımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yine büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bayram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafazaya muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar ***
ürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.
Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçlamalarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan kimseler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldürülmesine sebeb olan haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer verelim: "bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peşkeş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibine ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe göndermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede ettiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıtladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefekkür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb olsaydı bu kadar düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!
Para Ve Vükela Toplantısı
Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, ahali ve basının hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmalarının tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara benzemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Melek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esnasında vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş:
Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol partisi arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında her vatandaşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memleketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu vakanın tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görülen, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan varestedir.
Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yükselirini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükümetin başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve kabine üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden kırgın olarak, yapılanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet adamı yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan yetiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçlarından bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksanarak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden kaynaklandığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tutamamıştır.
Dış Politikada Davranışlarımız
Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken hariciyenin vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetlerini sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsaade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş durmayıp çeşitli işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vükelâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaşmakta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bulundurmanın maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyordu. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı gerekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konsolosunu celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesine önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye itimat etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vakanın şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhülislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mecbur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama bunun sonunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirmediler. Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu talebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye güvenirsiniz de devamlı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız? Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz. Bundan dolayı antlaşmamız bozulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi "***
ürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der. Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldiğinden, bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, aldıkları emir icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hapsettiler. İşin vardığı kerte her yerden duyulur. Devlet ricali telâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu seferde şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karışmış olmalarının yanlış olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; aslında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığında Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Turhan Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhülislâmın hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle şu tarihi düşürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061 tarihini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâtiplik vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarından! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yoktu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in odasında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okuttum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahlarını adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Rumeli kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye feda edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük belâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktelere benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar verilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın geçimini sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu fakirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ olarak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fetheden, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Valide belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer semavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadelerdi. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..
Padişahın Mukavemeti
Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişahların Has Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyretmesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı senelerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak arzusu izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa; meşhur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla henüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden olduğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda kalıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide tarafından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. Sonunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sadrazamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplantı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, durumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatırına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sadakatle hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."
Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazarken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yukarıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad beyin yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan esbabı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.
Ağaların Ortadan Kaldırılması
Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapılması gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o devri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe bakarak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrünü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın ahaliyi kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sultan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol açacak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukaralara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayramın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini tebdili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste yatanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden, halas ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde yirmi sandık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığımız mücadele aslın da, devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ ülkenin ikiye bölünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul esnafının ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel olamadığı gibi, Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamamasına rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun yapılmamasının neticesinin vahim olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın kafasındaki tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etmeğe karar verdi ve kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullanmaktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misaldir, diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlıyordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kösem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kösem Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gelmesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, rica eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sultan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbrahim ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamleyle oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edileceklerinin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Reyhan İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesaplara göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların akşam açık bırakılacak kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fesadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangilerinin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine aldırdı. Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri hususunda kati emirler verdi. Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın hayatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yapmış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak burada "harp hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu yalan; padişahın öldürülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan, saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz? Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kalabalık Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yanlarındaki yine hadım hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu, parça parça edildiler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı yer bir dolap içiydi. Yorganların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Büyük Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr, kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar kadını. Buna ne olursa olsun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile sadakat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafından kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kösem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri olduğunu rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Valide Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok edilişini anlatmaya gayret edelim.
Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak vaziyetlerden habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, yeniçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş gerek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üzerine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema takımın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sarayın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapısından gelen çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna karşılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne saray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyorlardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçekten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yapsalardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının istemeleri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere olduğunu rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa gerek.
Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve burada vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sarayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın taktiğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi oldu. Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saraydaki toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:
Biyografinin Devamı İçin Tıklayınız