2013-05-20 17:54
Tarih Haber / İskilipli Atıf Hoca nın Frenk Mukallidliği kitabı
İskilipli Atıf Hoca nın Frenk Mukallidliği kitabı
Esirgeyen, bağışlayan, sonsuz lütuf ve kerem sahibi olan Allah’ın adı ile başlarım..
Kullarına ziyneti mübah kılan, vermiş olduğu sonsuz nimetlerin eserini onların üzerinde görmeyi seven, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’a hamd ü senâlar olsun!. Ümmetini İslam dışı milletlere benzemeye, onları taklit etmeyi, gayri müslimler gibi yaşamayı men eden
şanlı Peygamberimiz üzerine selam ve dualar göndeririz ve onun Ashâbı üzerine de olsun ki onlar, İslam dışı hal ve davranış içinde bulunan ehli küfre benzemekten, onları taklitten dikkatle sakındırdılar
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ KİMDİR?
1876 tarihinde İskilip’in Tophane köyünde dünyaya geldi. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa’dır. Henüz altı aylık iken annesi Nazlı Hanım’ın vefatıyla öksüz kalan Atıf Efendi, büyükbabasının gayretleriyle köyünde ilk öğrenimini yapmış, daha sonra İskilip’e giderek burada Abdullah Efendi adlı hocadan ders almış ve tahsilini tamamlamak için ağabeyi ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve medrese eğitimine başlamış, çalışma azmi ve zekası diğer öğrenciler arasından sıyrılmasına yetmiş ve 1902 yılında en iyi derece ile mezun olmuştur.
Aynı yıl yeni açılan Darülfünün’un İlâhiyat şubesine kaydolmuş, mezuniyetini takiben bir ara köyüne giden Atıf Efendi sonra yine İstanbul’a dönerek, Fatih Camiindeki Dersiâmlık ile beraber Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine tayin olmuş ve aynı yıl Fatma Zahide hanım ile evlenmiştir.
Bu sıralarda hakkında verilen jurnal sebebiyle üzerindeki baskıların arttığını hissedince bir arkadaşının pasaportu ile Kırım’a gitmiş oradan da Varşovaya geçerek meşrutiyetin ilanı sıralarında da İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sıralarda yanlışlıkla tutuklanmış ise de bilahare serbest bırakılmıştır.
Bir yandan müderrislik yaparken bir yandan da Sebilürreşad mecmuasında yazılar yazmaya başlamış ve İslâm âleminin dikkatini çekmiş, Balkan Harbi’ni müteakip donanmaya duy***
ihtiyaç ile bu alanda yazılar yazıp milleti donanmaya yardım etmeye teşvik etmiş, fakat, Mahmut Şevket Paşa suikastını fırsat bilip bütün muhaliflerini toplayan zihniyet, Atıf Efendi’yi de bu gruba dahil ederek Sinop’a sürgüne göndermiştir. Buradan Çorum’a ve Sungurlu’ya havale edilmiş ve yine bir yanlışlık yapıldığı söylenerek özür dilenmiş ve İstanbul’a gitmesine izin verilmiştir.
Kendisinde, o zamanlarda çok fazla ihmal edilmiş olan ibtidai dahil medreselerinin umum müdürlüğü verilmiş ve getirildiği bu mevkide insanüstü gayretlerle çalışarak kurumun işleyişini yoluna koymuş ve takdir toplamıştır. Bu sıralarda bir Amerikan heyeti, medreseleri ziyareti sırasında Atıf Hoca ile karşılaşmış, İslâmiyet ile ilgili olarak sorular sormuş ve görüşme tamamlandığında hayranlıklarını gizlemiyerek, Hoca’nın ilminden faydalanmak üzere kendisini Amerika’ya davet etmişlerdir.
Yine bir İtalyan müsteşriki bazı sorunlarını Hoca’ya danışmış ve daha önce duymuş olduğu şöhretinin haksız olmadığını ifade etmiştir. Bir defa da Kral Faysal kendisini Bağdat’a davet etmiş, fakat o gitmemiştir.
“Mahfil” mecmuasında da yazıları yayınlandığı için bazı ilginç mektuplar ve davetler almıştı. Bazı müsteşrik mecmuaları da kendisine yüksek ücretler teklif ederek dergilerine yazı göndermesini istemişlerdi.
1920’de ulema ve müderrislerin haklarını korumak üzere, üyeleri arasında Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Saffet Efendi ve Said-i Nursi’nin de bulunduğu “Müderrisler Cemiyeti”ni kurdu.
Atıf Efendi kütüphanesi neşriyatı olarak çeşitli eserler kaleme almıştı. Bunlardan bazıları İslâm Çığırı”, “İslâm Yolu”, “Mir’at-ül İslâm”, “Din-i İslâmda Men’i Müskirat”, “Nazar-ı Şeriatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye”, „Tesettür-ü Şer’i”, „Muin-littalebe“ adlı eserlerdir.
1924 yılında, Batı taklitçilerinin, toplumun örfüne aleni olarak uymayanların, halk ve emniyet mensupları tarafından hoş görülmedikleri bir dönemde “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eserini neşretmiş ve dönemin düşünüş ve yaşayışına uygun olan fikirlerini açıklamış idi.
1925 yılı sonlarında çıkan “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun’a muhalefetten tutuklandı. Giresun’a gönderilerek İstiklâl Mahkemesince sorg***
dı ve eserinin kanunun çıkmasından önce kaleme alındığı ve iddia edilenin aksine bir suç unsuru bulunmadığına hükmedilerek İstanbul’a getirildi. Serbest bırakılması beklenirken 1926 yılında Ankara’ya İstiklâl Mahkemesince tekrar yargılanmak üzere gönderildi.
İstiklal Mahkemesi; Erzurum, Rize, Giresun ve Sivas’ta meydana gelen şapkaya karşı hareketlerde Atıf Hoca’nın rolü olduğuna inanarak ithamlarına başlamıştı. Uzun süren soruşturmalar sonucu, savcı şüphe ve zan dolu bir iddianame okumuş ve “Falanca bunu şurada görmüş, falan şunu şöyle demiş” gibi gülünç ifadelerle okunan bu iddianame sonucunda, diğer arkadaşları çeşitli cezalara çarptırılan Atıf Hoca’nın da on yıl ile onbeş yıl arası bir süre kürek cezasına çarptırılması istenmişti. Daha sonra mahkeme reisi, müdafaaların ertesi gün dinlenmesini kararlaştırarak duruşmayı ertesi güne ertelemişti.
1926 yılının Şubat ayının üçüncü çarşamba günü müdafaaların dinlenmesinden sonra mahkeme Atıf Hoca’nın idamına karar vermiş ve Hüküm perşembe günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
TAKLİD
Mukallid: Taklid eden demektir.
Taklid: Hüsn’ü zann edip haklı olduğuna inanmak sebebiyle bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş ve giyinişte, delilsiz olarak uymak, tabi olmak ve ona benzemek demektir.
İslâm’da genellikle taklid câiz değildir. Mesela sadece görerek veya bazı delillerle izah edilebilecek olan itikâdî usuller ve İslâm esaslarının uyg***
masında, mucizelerle desteklenmiş olan Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizden başka hiç bir kimseyi taklid caiz değildir. Bu konuda her ferd icmâlen (kısaca, özlüce) veya tafsilen (etraflıca) delil ile anlaşılmış olmak lazım ve vaciptir. Bunun sonucunda delil göstermek kudretinde olmayan kişi günahkar olur.
Fakat halkın işlerinin aksamaması ve atıl olmaması için yalnız dinin hüküm ve kaidelerinin cüz’i olanlarında yani ibadetler ve muamelatta ictihad derecesine ulaşamayanların, müctehidleri yani ictihad edenleri taklid etmesi zaruri olarak meşrü kılınmıştır.
Şu kadar ki dini işlerde itimad olunan şer’î naslara muhalif olan hususlarda (Allah’a (c.c..) isyan edilecek işte, kula itaat olmaz) hadisince, ne bir müctehidin, alimin, şeyhin, ne de halifelerin, emirlerin, hükemânın, filozofların, itikada, ibadet ve muamelâta, ahlak ve âdâba dair sözlerine, fiillerine tabi olmak, itaat etmek, taklid ve benzemek katiyyen caiz değildir.
Kısaca çirkin bid’atlarda, yasak ve haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usül ve muaşeretlerinde hiç bir kimseyi taklid asla caiz değildir. Nerede kaldı ki küfür âdetlerinde, gayr-i müslim milletleri taktid caiz olsun. Bu, katiyyen caiz olmaz.
Şu halde, bir müslümanın, küfür adet ve âlâmeti sayılan bir şeyi, bir zaruret olmadan giyinmek ve takınmak suretiyle müslüman olmayanları taklidi ve kendisini onlara benzetmesi şer’an yasaktır, nehyedilmiştir. Bu hususta icma-i ümmet de birleşmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Zira Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuşlardır ki (Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir..) (İmam-ı Ahmet ve Ebü Dâvut)
Teşebbüh: Başkaların yaptığı bir işi, onlara tabi olarak yapmak demektir. Şu halde hadis-i şerifin manası; bir millete benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar demektir.
Bu hadis-i şerif küfür ve fısk ehline benzemeyi nehyettiği kadar, salaha erenlere benzemeyi de teşvik etmektedir.
Çünkü hadis-i şerifte “kavm” lafzı nekre kılmmış (Harf-î tarifsiz söylenmiş) olduğundan hem sâlihlere hem de başkalarına şâmildir. Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte buyurmuşlardır ki: (Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim milletimizden değildir.) (El-Cami’üs-Sağîr.)
Bu hadis-i şerifte, söyleniş itibariyle müslümanların adetlerinde ve yaşayışlarında müslüman olmayan milletlere benzemekten kaçınmalarının şart olduğu belirtildiği gibi görünüm ve yaşayış itibariyle müslümanların en iyilerine benzemeleri de ifade editmektedir.
Şu halde bu hadis-i şeriflerin manasına göre, Müslümanlar küfür âdeti ve yolu ve çirkin bid’at alameti sayılan şeylerde, kâfirlere ve çirkin bid’at sahiplerine benzemekten men ve nehy olunmuşlardır.
Aslında İslam dininde küfür ve isyan yasak olduğu gibi, küfür erbabı ve isyankarların adatleri de yasaktır.
Küfür ehlinin ve isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek, ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda yasaklanıp haram kılınmıştır.
Örnek olarak, hicretin ilk zamanlarında Yahudiler, ne âdette, ne elbiselerinde, giyimlerinde, ne de başka bir özel durumda müslümanlardan ayrılmazlardı. Resülullah (S.A.V.) Efendimizin bu hususta susmaları, bu halin meşruiyetini göstermekteydi. Fakat daha sonra bu hüküm feshedilmiş, adet ve harekette müslüman olmayanlardan ayrı olmak meşru kılınmıştır. Bunun sebebine gelince Hicretin ilk yıllarında müslümanlar zayıf olduklarından Gayri Müslimlerle muhalefet meşru kılınmamıştı. Bilahare İslâm dini diğer dinlere galip gelmeye başlayınca ve müslümanlar kâfirler ile savaşma ve onları cizye vermeye mecbur etme gücünü kazanınca takip edilecek hareket ve âdetlerde onlardan ayrılmak meşru kılınmıştır.
Demek oluyor ki bu asırda, her beldede müslüman olmayan milletlerin hal ve hareketleri her ne şekilde olursa olsun müslümanlar zaruret olmaksızın o yol ve âdette kendilerini onlara benzetmekten ve onların tavır ve âdetlerine uymaktan men’ olunmuşlardır. Nitekim (Her kim bizim şu işimizde, yani dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas ederse o şey merduttur, reddedilmiştir.) Hadis-i şerifi ile dini usul ve delillere dayanmayan mücerred bir görüşle dini işlerde fazla veya noksan kılmak suretiyle yeni bir şey ortaya koymaktan men’ edilmiştir.
Yoksa gerek ehl-i sünnet ve dalalet erbabı ve gerekse kâfirler tarafından ihdas ve icad olunan her bidattan ve her yeni yapılan şeylerden ve kâfirlere ve dalalet erbabına mutlaka benzemiş olmaktan men ve nehy olunmuş değildir.
Zira uyumak, yatmak, oturmak, yemek ve içmek gibi tabii işlerde benzerlik zaruridir. Bundan başka ziraat ve sanayi alet ve araçları, harp vasıta-ları, yatak ve mutfak takımı gibi dinin emirlerinden olmayıp da kendileri ile yalnız dünyevi gaye için uğraşılan mübah işleri ihdas etmek meşrudur ve hatta bunların bazıları emrolunmuştur.
Binaenaleyh âdî bidatlar cinsinden olan bu gibi işlerde gayri müslim milletleri taklit ve bu hususta onlara benzerlik yasaklanmış değildir.
İSLAM DİNİ NAZARINDA
BATI MEDENİYETİNİN MEŞRU OLAN VE
OLMAYAN YÖNLERİ
Bu bahse başlamadan önce şunu arzedeyim ki batı medeniyeti, maddî ve manevî iki yönü haiz olduğu gibi bunlardan her biri insanlığa faydalı ve zararlı olmak üzere ikişer kısmı ihtiva etmektedir.
Halbuki İslam dini, insanlığın ruhanî ve cism3anî gıda ve tekamülüne yardımcı olan bütün fazilet ve üstünlükleri emredip, bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.
Bu noktadan dolayıdır ki, beşerin fıtratına en uygun bir din olduğundan İslâm dinine fıtrat dini adı verilmiştir. Bu asıl ve esastan dolayıdır ki:
İslam Dini: (Bir kimse İslâm dinine uygun bir tarzda müslümanlar arasında bir fazilet yolu icad eder ve güzel bir şey keşfederse onun sevabı ile, kıyamete kadar icad ettiği o şey ile âmil olanların ecir ve sevabının birer misli o kimseye ait olur. Ve o şey ile amel edenlerin hisselerine düşen ecir ve sevabtan hiç bir şey noksan kılınmaz) ve (Hakkında şer’i bir beyan bulunmayan dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz) Hadis-i şerifleri ile dünya işlerinden; dikiş iğnesinden tutup da, demir yollarına, toplara, zırhlılara, tayyarelere, haberleşme araçlarına, karayolu ve denizyolu ticaretine, çeşitli sanatlara, yeryüzünü imar etmeye, fabrikalara, ziraat ve zenaat âletlerine ve her asra göre cihadın rükünleri ve sebeplerine varıncaya kadar medeniyetin maddiyat kısmından, insanlığa faydalı olan güzel ve mübah işleri icad etmeye ve ortaya koymaya müsaade buyurmuştur. Ve hatta (çalışıp kazanmak kadın ve erkek her müslümana farzdır.) Hadis-i şerifi ile insanlara muhtaç olmayacak derecede helalinden mal kazanmayı her kadın ve erkek müslümana farz kılarak geçimini temin işinde başkalarına yük olmayıp, herkesin kendi çalışması ile geçinmeyi meslek edinmesini emretmiş ve (Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın) (Enfâl: 60) Ayet-i Celil-i ile asrına göre düşmanı korkutacak derecede harp araç ve gereçlerinin hazırlanmasını farz kılmış ve (Kadın ve erkek her müslümana ilim tahsil etmek farzdır) Hadis-i şerifi ile de dini ilimlerden itikadını düzeltecek, ahlakını yönlendirecek, amelini islah edecek kadar öğrenmeyi her kadın ve erkek müslümana Farz-ı Ayn kıldıktan başka, vücudun bekası, hayatın devamı ve insanlar arasındaki ilişkilere dair ihtiyaç duy***
ilim ve sanatlardan başka kavim ve milletlere ihtiyaç duyulmayacak derecede öğrenmelerini müslümanlara farz-ı kifaye kılmıştır.
Şu halde onlardan bir grup, ilim ve sanayiden bu derecesini öğrenmezlerse hepsi günahkar olup, dünya ve ahirette bu kusurlarının ceza ve zararlarını çekerler.
İslam dini, medeniyetin kısımlarından sayılan, yeryüzünü imar etmek, ilim, fen ve sanayii gibi faydalı işleri emredip, başka kavimlere muhtaç olmayacak derecesini öğrenmeyi müslümanlara tarz kılmış olduğu içindir ki, İslâm medeniyyeti yükselme dönemlerinde mümtaz meziyetleri içeren güzel sanatlar icat etmiştir. Avrupa’nın meşhur toplumbilimcilerinden Gustave le Bon’un bazı eserleri ile tarih kitaplarından anlaşıldığı üzere medeniyetin diğer temel unsurları gibi sanayi de altı veya yedi bin sene evvel -Semavî dinin çıkış yeri olan- Asya kıtasında Asurlar tarafından icat olunup daha sonraları Mısır’a naklolunmuştur. İlk çağlardaki Yunan Sanatları Dicle ve Nil sahillerinde icat olunan son sanatlardan doğmuştur.
İslam dininin ortaya çıkışıyla parlak bir İslam medeniyeti kurulunca, müslümanlar o zaman mevcut bulunan Mısır ve Yunan sanatını aynen alarak az bir zamanda asıllarından daha da üstün hale getirerek, üstün meziyetleri içeren güzel sanatlar meydana getirip Mısır ve Yunan medeniyetlerine üstünlük sağlamışlardır. İslâmın bugün ortada bulunan eserleri bu iddiaların adil bir şahididir.
....
10 Zilhicce Sene 1342 – 12 Temmuz sene 1340 (1924)
-SON-
Kullarına ziyneti mübah kılan, vermiş olduğu sonsuz nimetlerin eserini onların üzerinde görmeyi seven, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’a hamd ü senâlar olsun!. Ümmetini İslam dışı milletlere benzemeye, onları taklit etmeyi, gayri müslimler gibi yaşamayı men eden
şanlı Peygamberimiz üzerine selam ve dualar göndeririz ve onun Ashâbı üzerine de olsun ki onlar, İslam dışı hal ve davranış içinde bulunan ehli küfre benzemekten, onları taklitten dikkatle sakındırdılar
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ KİMDİR?
1876 tarihinde İskilip’in Tophane köyünde dünyaya geldi. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa’dır. Henüz altı aylık iken annesi Nazlı Hanım’ın vefatıyla öksüz kalan Atıf Efendi, büyükbabasının gayretleriyle köyünde ilk öğrenimini yapmış, daha sonra İskilip’e giderek burada Abdullah Efendi adlı hocadan ders almış ve tahsilini tamamlamak için ağabeyi ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve medrese eğitimine başlamış, çalışma azmi ve zekası diğer öğrenciler arasından sıyrılmasına yetmiş ve 1902 yılında en iyi derece ile mezun olmuştur.
Aynı yıl yeni açılan Darülfünün’un İlâhiyat şubesine kaydolmuş, mezuniyetini takiben bir ara köyüne giden Atıf Efendi sonra yine İstanbul’a dönerek, Fatih Camiindeki Dersiâmlık ile beraber Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine tayin olmuş ve aynı yıl Fatma Zahide hanım ile evlenmiştir.
Bu sıralarda hakkında verilen jurnal sebebiyle üzerindeki baskıların arttığını hissedince bir arkadaşının pasaportu ile Kırım’a gitmiş oradan da Varşovaya geçerek meşrutiyetin ilanı sıralarında da İstanbul’a geri dönmüştür. Bu sıralarda yanlışlıkla tutuklanmış ise de bilahare serbest bırakılmıştır.
Bir yandan müderrislik yaparken bir yandan da Sebilürreşad mecmuasında yazılar yazmaya başlamış ve İslâm âleminin dikkatini çekmiş, Balkan Harbi’ni müteakip donanmaya duy***
ihtiyaç ile bu alanda yazılar yazıp milleti donanmaya yardım etmeye teşvik etmiş, fakat, Mahmut Şevket Paşa suikastını fırsat bilip bütün muhaliflerini toplayan zihniyet, Atıf Efendi’yi de bu gruba dahil ederek Sinop’a sürgüne göndermiştir. Buradan Çorum’a ve Sungurlu’ya havale edilmiş ve yine bir yanlışlık yapıldığı söylenerek özür dilenmiş ve İstanbul’a gitmesine izin verilmiştir.
Kendisinde, o zamanlarda çok fazla ihmal edilmiş olan ibtidai dahil medreselerinin umum müdürlüğü verilmiş ve getirildiği bu mevkide insanüstü gayretlerle çalışarak kurumun işleyişini yoluna koymuş ve takdir toplamıştır. Bu sıralarda bir Amerikan heyeti, medreseleri ziyareti sırasında Atıf Hoca ile karşılaşmış, İslâmiyet ile ilgili olarak sorular sormuş ve görüşme tamamlandığında hayranlıklarını gizlemiyerek, Hoca’nın ilminden faydalanmak üzere kendisini Amerika’ya davet etmişlerdir.
Yine bir İtalyan müsteşriki bazı sorunlarını Hoca’ya danışmış ve daha önce duymuş olduğu şöhretinin haksız olmadığını ifade etmiştir. Bir defa da Kral Faysal kendisini Bağdat’a davet etmiş, fakat o gitmemiştir.
“Mahfil” mecmuasında da yazıları yayınlandığı için bazı ilginç mektuplar ve davetler almıştı. Bazı müsteşrik mecmuaları da kendisine yüksek ücretler teklif ederek dergilerine yazı göndermesini istemişlerdi.
1920’de ulema ve müderrislerin haklarını korumak üzere, üyeleri arasında Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Saffet Efendi ve Said-i Nursi’nin de bulunduğu “Müderrisler Cemiyeti”ni kurdu.
Atıf Efendi kütüphanesi neşriyatı olarak çeşitli eserler kaleme almıştı. Bunlardan bazıları İslâm Çığırı”, “İslâm Yolu”, “Mir’at-ül İslâm”, “Din-i İslâmda Men’i Müskirat”, “Nazar-ı Şeriatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye”, „Tesettür-ü Şer’i”, „Muin-littalebe“ adlı eserlerdir.
1924 yılında, Batı taklitçilerinin, toplumun örfüne aleni olarak uymayanların, halk ve emniyet mensupları tarafından hoş görülmedikleri bir dönemde “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eserini neşretmiş ve dönemin düşünüş ve yaşayışına uygun olan fikirlerini açıklamış idi.
1925 yılı sonlarında çıkan “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun’a muhalefetten tutuklandı. Giresun’a gönderilerek İstiklâl Mahkemesince sorg***
dı ve eserinin kanunun çıkmasından önce kaleme alındığı ve iddia edilenin aksine bir suç unsuru bulunmadığına hükmedilerek İstanbul’a getirildi. Serbest bırakılması beklenirken 1926 yılında Ankara’ya İstiklâl Mahkemesince tekrar yargılanmak üzere gönderildi.
İstiklal Mahkemesi; Erzurum, Rize, Giresun ve Sivas’ta meydana gelen şapkaya karşı hareketlerde Atıf Hoca’nın rolü olduğuna inanarak ithamlarına başlamıştı. Uzun süren soruşturmalar sonucu, savcı şüphe ve zan dolu bir iddianame okumuş ve “Falanca bunu şurada görmüş, falan şunu şöyle demiş” gibi gülünç ifadelerle okunan bu iddianame sonucunda, diğer arkadaşları çeşitli cezalara çarptırılan Atıf Hoca’nın da on yıl ile onbeş yıl arası bir süre kürek cezasına çarptırılması istenmişti. Daha sonra mahkeme reisi, müdafaaların ertesi gün dinlenmesini kararlaştırarak duruşmayı ertesi güne ertelemişti.
1926 yılının Şubat ayının üçüncü çarşamba günü müdafaaların dinlenmesinden sonra mahkeme Atıf Hoca’nın idamına karar vermiş ve Hüküm perşembe günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
TAKLİD
Mukallid: Taklid eden demektir.
Taklid: Hüsn’ü zann edip haklı olduğuna inanmak sebebiyle bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş ve giyinişte, delilsiz olarak uymak, tabi olmak ve ona benzemek demektir.
İslâm’da genellikle taklid câiz değildir. Mesela sadece görerek veya bazı delillerle izah edilebilecek olan itikâdî usuller ve İslâm esaslarının uyg***
masında, mucizelerle desteklenmiş olan Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizden başka hiç bir kimseyi taklid caiz değildir. Bu konuda her ferd icmâlen (kısaca, özlüce) veya tafsilen (etraflıca) delil ile anlaşılmış olmak lazım ve vaciptir. Bunun sonucunda delil göstermek kudretinde olmayan kişi günahkar olur.
Fakat halkın işlerinin aksamaması ve atıl olmaması için yalnız dinin hüküm ve kaidelerinin cüz’i olanlarında yani ibadetler ve muamelatta ictihad derecesine ulaşamayanların, müctehidleri yani ictihad edenleri taklid etmesi zaruri olarak meşrü kılınmıştır.
Şu kadar ki dini işlerde itimad olunan şer’î naslara muhalif olan hususlarda (Allah’a (c.c..) isyan edilecek işte, kula itaat olmaz) hadisince, ne bir müctehidin, alimin, şeyhin, ne de halifelerin, emirlerin, hükemânın, filozofların, itikada, ibadet ve muamelâta, ahlak ve âdâba dair sözlerine, fiillerine tabi olmak, itaat etmek, taklid ve benzemek katiyyen caiz değildir.
Kısaca çirkin bid’atlarda, yasak ve haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usül ve muaşeretlerinde hiç bir kimseyi taklid asla caiz değildir. Nerede kaldı ki küfür âdetlerinde, gayr-i müslim milletleri taktid caiz olsun. Bu, katiyyen caiz olmaz.
Şu halde, bir müslümanın, küfür adet ve âlâmeti sayılan bir şeyi, bir zaruret olmadan giyinmek ve takınmak suretiyle müslüman olmayanları taklidi ve kendisini onlara benzetmesi şer’an yasaktır, nehyedilmiştir. Bu hususta icma-i ümmet de birleşmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Zira Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuşlardır ki (Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir..) (İmam-ı Ahmet ve Ebü Dâvut)
Teşebbüh: Başkaların yaptığı bir işi, onlara tabi olarak yapmak demektir. Şu halde hadis-i şerifin manası; bir millete benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar demektir.
Bu hadis-i şerif küfür ve fısk ehline benzemeyi nehyettiği kadar, salaha erenlere benzemeyi de teşvik etmektedir.
Çünkü hadis-i şerifte “kavm” lafzı nekre kılmmış (Harf-î tarifsiz söylenmiş) olduğundan hem sâlihlere hem de başkalarına şâmildir. Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte buyurmuşlardır ki: (Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim milletimizden değildir.) (El-Cami’üs-Sağîr.)
Bu hadis-i şerifte, söyleniş itibariyle müslümanların adetlerinde ve yaşayışlarında müslüman olmayan milletlere benzemekten kaçınmalarının şart olduğu belirtildiği gibi görünüm ve yaşayış itibariyle müslümanların en iyilerine benzemeleri de ifade editmektedir.
Şu halde bu hadis-i şeriflerin manasına göre, Müslümanlar küfür âdeti ve yolu ve çirkin bid’at alameti sayılan şeylerde, kâfirlere ve çirkin bid’at sahiplerine benzemekten men ve nehy olunmuşlardır.
Aslında İslam dininde küfür ve isyan yasak olduğu gibi, küfür erbabı ve isyankarların adatleri de yasaktır.
Küfür ehlinin ve isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek, ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda yasaklanıp haram kılınmıştır.
Örnek olarak, hicretin ilk zamanlarında Yahudiler, ne âdette, ne elbiselerinde, giyimlerinde, ne de başka bir özel durumda müslümanlardan ayrılmazlardı. Resülullah (S.A.V.) Efendimizin bu hususta susmaları, bu halin meşruiyetini göstermekteydi. Fakat daha sonra bu hüküm feshedilmiş, adet ve harekette müslüman olmayanlardan ayrı olmak meşru kılınmıştır. Bunun sebebine gelince Hicretin ilk yıllarında müslümanlar zayıf olduklarından Gayri Müslimlerle muhalefet meşru kılınmamıştı. Bilahare İslâm dini diğer dinlere galip gelmeye başlayınca ve müslümanlar kâfirler ile savaşma ve onları cizye vermeye mecbur etme gücünü kazanınca takip edilecek hareket ve âdetlerde onlardan ayrılmak meşru kılınmıştır.
Demek oluyor ki bu asırda, her beldede müslüman olmayan milletlerin hal ve hareketleri her ne şekilde olursa olsun müslümanlar zaruret olmaksızın o yol ve âdette kendilerini onlara benzetmekten ve onların tavır ve âdetlerine uymaktan men’ olunmuşlardır. Nitekim (Her kim bizim şu işimizde, yani dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas ederse o şey merduttur, reddedilmiştir.) Hadis-i şerifi ile dini usul ve delillere dayanmayan mücerred bir görüşle dini işlerde fazla veya noksan kılmak suretiyle yeni bir şey ortaya koymaktan men’ edilmiştir.
Yoksa gerek ehl-i sünnet ve dalalet erbabı ve gerekse kâfirler tarafından ihdas ve icad olunan her bidattan ve her yeni yapılan şeylerden ve kâfirlere ve dalalet erbabına mutlaka benzemiş olmaktan men ve nehy olunmuş değildir.
Zira uyumak, yatmak, oturmak, yemek ve içmek gibi tabii işlerde benzerlik zaruridir. Bundan başka ziraat ve sanayi alet ve araçları, harp vasıta-ları, yatak ve mutfak takımı gibi dinin emirlerinden olmayıp da kendileri ile yalnız dünyevi gaye için uğraşılan mübah işleri ihdas etmek meşrudur ve hatta bunların bazıları emrolunmuştur.
Binaenaleyh âdî bidatlar cinsinden olan bu gibi işlerde gayri müslim milletleri taklit ve bu hususta onlara benzerlik yasaklanmış değildir.
İSLAM DİNİ NAZARINDA
BATI MEDENİYETİNİN MEŞRU OLAN VE
OLMAYAN YÖNLERİ
Bu bahse başlamadan önce şunu arzedeyim ki batı medeniyeti, maddî ve manevî iki yönü haiz olduğu gibi bunlardan her biri insanlığa faydalı ve zararlı olmak üzere ikişer kısmı ihtiva etmektedir.
Halbuki İslam dini, insanlığın ruhanî ve cism3anî gıda ve tekamülüne yardımcı olan bütün fazilet ve üstünlükleri emredip, bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.
Bu noktadan dolayıdır ki, beşerin fıtratına en uygun bir din olduğundan İslâm dinine fıtrat dini adı verilmiştir. Bu asıl ve esastan dolayıdır ki:
İslam Dini: (Bir kimse İslâm dinine uygun bir tarzda müslümanlar arasında bir fazilet yolu icad eder ve güzel bir şey keşfederse onun sevabı ile, kıyamete kadar icad ettiği o şey ile âmil olanların ecir ve sevabının birer misli o kimseye ait olur. Ve o şey ile amel edenlerin hisselerine düşen ecir ve sevabtan hiç bir şey noksan kılınmaz) ve (Hakkında şer’i bir beyan bulunmayan dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz) Hadis-i şerifleri ile dünya işlerinden; dikiş iğnesinden tutup da, demir yollarına, toplara, zırhlılara, tayyarelere, haberleşme araçlarına, karayolu ve denizyolu ticaretine, çeşitli sanatlara, yeryüzünü imar etmeye, fabrikalara, ziraat ve zenaat âletlerine ve her asra göre cihadın rükünleri ve sebeplerine varıncaya kadar medeniyetin maddiyat kısmından, insanlığa faydalı olan güzel ve mübah işleri icad etmeye ve ortaya koymaya müsaade buyurmuştur. Ve hatta (çalışıp kazanmak kadın ve erkek her müslümana farzdır.) Hadis-i şerifi ile insanlara muhtaç olmayacak derecede helalinden mal kazanmayı her kadın ve erkek müslümana farz kılarak geçimini temin işinde başkalarına yük olmayıp, herkesin kendi çalışması ile geçinmeyi meslek edinmesini emretmiş ve (Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın) (Enfâl: 60) Ayet-i Celil-i ile asrına göre düşmanı korkutacak derecede harp araç ve gereçlerinin hazırlanmasını farz kılmış ve (Kadın ve erkek her müslümana ilim tahsil etmek farzdır) Hadis-i şerifi ile de dini ilimlerden itikadını düzeltecek, ahlakını yönlendirecek, amelini islah edecek kadar öğrenmeyi her kadın ve erkek müslümana Farz-ı Ayn kıldıktan başka, vücudun bekası, hayatın devamı ve insanlar arasındaki ilişkilere dair ihtiyaç duy***
ilim ve sanatlardan başka kavim ve milletlere ihtiyaç duyulmayacak derecede öğrenmelerini müslümanlara farz-ı kifaye kılmıştır.
Şu halde onlardan bir grup, ilim ve sanayiden bu derecesini öğrenmezlerse hepsi günahkar olup, dünya ve ahirette bu kusurlarının ceza ve zararlarını çekerler.
İslam dini, medeniyetin kısımlarından sayılan, yeryüzünü imar etmek, ilim, fen ve sanayii gibi faydalı işleri emredip, başka kavimlere muhtaç olmayacak derecesini öğrenmeyi müslümanlara tarz kılmış olduğu içindir ki, İslâm medeniyyeti yükselme dönemlerinde mümtaz meziyetleri içeren güzel sanatlar icat etmiştir. Avrupa’nın meşhur toplumbilimcilerinden Gustave le Bon’un bazı eserleri ile tarih kitaplarından anlaşıldığı üzere medeniyetin diğer temel unsurları gibi sanayi de altı veya yedi bin sene evvel -Semavî dinin çıkış yeri olan- Asya kıtasında Asurlar tarafından icat olunup daha sonraları Mısır’a naklolunmuştur. İlk çağlardaki Yunan Sanatları Dicle ve Nil sahillerinde icat olunan son sanatlardan doğmuştur.
İslam dininin ortaya çıkışıyla parlak bir İslam medeniyeti kurulunca, müslümanlar o zaman mevcut bulunan Mısır ve Yunan sanatını aynen alarak az bir zamanda asıllarından daha da üstün hale getirerek, üstün meziyetleri içeren güzel sanatlar meydana getirip Mısır ve Yunan medeniyetlerine üstünlük sağlamışlardır. İslâmın bugün ortada bulunan eserleri bu iddiaların adil bir şahididir.
....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.
10 Zilhicce Sene 1342 – 12 Temmuz sene 1340 (1924)
-SON-