2013-06-04 16:48
Tarih Haber / Ayasofya Camii Olarak Vakfedildi
Ayasofya Camii Olarak Vakfedildi
Adı âdeta fetihle özdeşleşen şeref levhası Ayasofya Camii’nin kıyamete kadar ayakta kalabilmesi ve kıyamete kadar ibAdete açık kalması için, Fatih’in bu camiye birçok gelir vakfetmesi ve “vakfiye” tesisi manidardır. Fatih, 55 bin Duka altını vererek satın alıp, kendi şahsî mülkü hÂline getirmiştir.
İSTANBUL, MÂNEN İSLÂM’A YAZILIR…
İbretlidir; Ayasofya Peygamberimizden önce daha İslâmiyet gelmeden zamanın hak dini olan daha tahrif edilmemiş İsevilik hakikî dininin en büyük mâbedi olduğundan, İslâm’ın gelişiyle birlikte mânen İslâm’a yazılmış; daha fetihten önce Konstantiniye’deki Müslüman mimarlarca onarılır.
Esasen 1204 yılındaki Haçlı Seferi sırasında Haçlılarca yıkılan Ayasofya’yı Bizanslıların tâmir edemeyip, Osmanlı mimarlarının “milyarlara değer mukaddes binayı” destek duvarlarıyla tahkim etmeleri; ve ileride Müslümanların eline geçtiğinde hazır olması için dört tarafında takviyeyle birlikte minarelerinin temellerini atmaları, Bizans’ın -peşinen- “Ayasofya liyâkati”ni selbettiğinin, Osmanlının şahsında Müslümanların bu mâbede sahip olacağının ilk alâmetidir.
Çünkü Peygamberî müjde ile İstanbul’un fethi o derece ulvî bir hedef hükmüne gelir ki, her Müslümanın ve Osmanlının ideâli ve gâyesi olur. Ve gerçekten, Bizans’ın elinde bakımsızlık ve ilgisizlikle harabeye dönüp yıkılmak üzere iken, Müslümanlarca fetihden önce imar edilip kurtarılır. Özetle cami olmadan önce son demde muazzam yapı Ayasofya, Müslümanlarca ayakta tutulur; ileride asırlarca İslâm’ın mâbedi cami olarak hizmet etsin diye…
İstanbul’un “İslâm akdi” altına girmesi ve fâtihasının okunmasından bir asır sonra 29 Mayıs 1453’te İstanbul fethedilir. Fetihten sonra Fâtih Ayasofya’da toplanan Hıristiyan halka emân verir. Fetihle beraber Osmanlının başkenti olan İstanbul’un her yerinde Fatih’in fermanları okunur. Halkın huzuru ve güveninin sağlanacağı, canlarının, mallarının ırzlarının korunacağı ve herkesin din hürriyetinin teminat altına alınacağı ilân edilir. Yine yayınladığı fermanla şehrin yağma edilmesini yasaklanır. Halkın istedikleri yerde istedikleri gibi yaşayacakları teminatını vermesi, anlamlı bir insanlık ve medeniyet dersi verilir.
Fatih, 26 kiliseden Ayasofya ile birlikte sadece 6’sını cami yaptırır. Fetihten önce köhne hâle gelmiş, karanlık hâldeki Ayasofya’yı restore ettirir. Sur içindeki harabeye dönmüş kiliseleri de onarır. Ayasofya, yıkık ve perişan hâlden çıkıp cami olmakla aydınlığa kavuşur…
Üç gün gibi kısa bir süre içinde kadim ve büyük Ayasofya binâsı muzahrafattan (putlardan, resimlerden, heykellerden) temizlenir, âcilen onarılır, camiye çevrilir. Fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453’te Akşemseddin’in kıldırdığı ilk Cuma namazıyla Ayasofya’yı camiye çevirip ibadete açılmasıyla Peygamberî müjde tahakkuk eder…
“AYASOFYA, KIYAMETE KADAR CAMİ OLARAK VAKFEDİLMİŞTİR”
Adı âdeta fetihle özdeşleşen şeref levhası Ayasofya Camii’nin kıyamete kadar ayakta kalabilmesi ve kıyamete kadar ibadete açık kalması için, Fatih’in bu camiye birçok gelir vakfetmesi ve “vakfiye” tesisi mânidardır.
Çünkü Ayasofya bir imparatorluk malıdır, devlet malı değildir. Onun için fethin nişanesi ve kılıç hakkı olarak kiliseden camiye çevrilmiş ve bu hukuka riayet edilerek, Fatih bizzat -55 bin Duka altını vererek- satın alıp, kendi şahsî mülkü hâline getirmiştir. Bundandır ki “Ayasofya vakfiyesi”nde sahibi olarak hükümdârlık unvanlarını değil, sadece ismini, “Fatih Sultan Mehmed Han” diye yazar.
Ayasofya’yı her daim onarıp ayakta tutacak mülkleri vakfeder. Ayasofya’nın civarında gelir getiren dükkanların sayısı 300’ü bulur. Bütün bunları hazırladığı “Ayasofya vakfiyesi”nde belirtir.
Bunun içindir ki bütün Osmanlı padişahları, sultanları Ayasofya’ya hizmeti bir vecîbe ve şeref bilir. Kendi adına yaptırdıkları camilerden ziyadede Ayasofya’ya ihtimam gösterirler. Her padişah ve sultan Ayasofya’yı restore eder ve dinî merâsimleri Ayasofya’da yapılır. I. Ahmed’den Sultan Abdülmecid’den Sultan Vahdeddin’e kadar bütün Osmanlı padişahları, Ayasofya üzerinde titrer. Haseki Hamamı, Ayasofya’da ibadet eden mü’minlerin temizlenmeleri için yapılır. Bahçeler, bostanlar hibe edilir…
Birçok Osmanlı hükümdârı gibi bir veliy-i azim olan Sultan Fatih, İstanbul’un İslâmlaşmasının simgesi Ayasofya Camiinin ibadet mahâlli olmaktan çıkarılacağını âdeta hiss-i kablel vuku ile beş asır öncesinden görür; onun için hiçbir vakfiyede benzerine rastlanmayan bir ifâde ile beş asır öncesinden Ayasofya’yı camiden çıkaranları görürcesine şiddetle lânetler:
“Yerler ve gökler devam ettiği müddetçe (Kıyamete kadar) benim vakfettiğim bu vakfiyem (Ayasofya) için koyduğum şartları kimse değiştiremez, bozamaz. Bu esaslar birer kanundur. Bunların bir tek noktasını kimse ne eksiltebilir, ne de çoğaltabilir. Bunları yapmak Allah’ın haram kıldığı şeylerdir” ihtarında bulunur.
Koyduğum şartların ve esasların muhâfazacısı Allah’tır. O Allah ki, Levhin, Kalemin, Arşın, Kürsînin, yerlerin ve göklerin halıkı ve muhâfızıdır. Nefis kilise (Ayasofya), kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allah’a, Âhirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahlûk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şartlarını kim değiştirirse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların ve lânet edenlerin lâneti onların üzerine olsun. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!” takbihiyle şiddetle zecreder.
Fatih’in Ayasofya vakfiyesi”nde, “Ayasofya, Kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir” nezriyle iktifa etmeyip, beş asır öncesinden görürcesine, “Allah’a, Âhirete, Onun heybetine inanan hiçbir mahlûk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez” diye Ayasofya’nın camiden çıkarılacağını âdeta haber vermesi ve “vakıf şartlarını değiştirenler”in üzerine “Allah’ın, meleklerin, bütün insanların ve lânet edenlerin lâneti onların üzerine olsun” beddûası, ibret vericidir.
Ve dokuz asır kilise, beş asır cami olarak Allah’ın adının anıldığı Ayasofya’nın cami ve ibadet mahâlli olmaktan çıkarılması, ne denli dehşetli “Âhirzaman fitnesi” ile karşı karşıya olunduğunun bir diğer göstergesidir…
24 KASIM 1934 TARİHLİ BAKANLAR KURULU KARARIYLA…
Gariptir ki, Fatih’in endişesi, fetihten 481 sene 5 ay 16 gün sonra vuku bulur. Türkiye’de tek partinin “dinden tecrid” devrindeki “inkılâplar süreci”nde, evvela 10 Nisan 1928’de Anayasanın başındaki “Devletin dini din-i İslâmdır” hükmü kaldırılır. Peşinden “dinî ideolojiyi çağdaşlaşmanın önünde barikat” olarak görüp “lâdinî kayıtlar”la “İslâmî inanç sisteminin tamamen dışına çıkılması” maksadıyla, 22 Ocak 1932’de Ezân-ı Muhammedî asliyetinden çıkarılır, dinî tedrisat kaldırılır.
Önce minarelerinde “Türkçe ezân” okunarak fetih ruhu ve Ayasofya’nın ruhaniyeti rencide edilir. 24 Kasım 1934 tarihinde bizzat M. Kemal’in direktifiyle, 2/1589 sayılı neşredilmeyen bir “Bakanlar Kurulu kararı”na uydurularak İslâmın şeref sembolü Ayasofya Camii, “tâmirat” bahahnesiyle cami olmaktan çıkarılır. Peşinden 1 Şubat 1935’ten itibaren ise müze yapılır.
Binaya zarar getireceği korkusuyla Ayasofya’nın minarelerinin yıktırılmasından son anda vazgeçilir; lâkin başta “Lâfza-i Celâl”, “Resulullah” ve “Hulefa-i Râşidin” isimlerini ve Kur’ân âyetlerini hâvi cihân-baha levhâların, duâların sökülüp indirilerek –kapılardan çıkaramadıklarından meçhule gönderilir- sağa sola atılır. Tavan sıvaları kazılarak Bizans’tan kalma resimler/putlar açığa çıkarılıp cilâlanır. Levhalar, kıblegâhlar kaldırılır, kitâbeler, eski yapıların üstü sıvanır.
“FETİH ÂYETLERİ”NİN ÜSTÜ MERMER TAŞLARLA ÖRTÜLÜR!
Esasen bu dönemde İslâm eserlerine karşı şenaatler irtikap edilir. Eski binaların üzerindeki tarihin yadigârı sanat eserleri tarihten silinir. Tarihe, inanca ve mukaddeslere düşmanlıkla, Ayasofya âdeta “puthane”ye çevrilir. Dinî kitaplar, kıymetli yazma Kur’ânlar, tefsirler yok edilir. Hâfızlardan Kur’ân dinlemek bile yasaklanır.
Müthiş mânevî tahribatta Kur’ân’ın yasaklanmasının yanısıra, çoğu tarihî camilerde mum şamdanların üstünde yazılı “Maşaallah” yazıları kazınır; âbideler, Baha biçilmez sanat hârikası şaheser kitâbeler, tuğralar, taşlara yazılan âyetler, hadisler kazınır. Çeşmeler üzerindeki âyet-i kerime yazılı mermerleri parçalanır.
1927’de çıkarılan “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bulunan Mebâni-i Resmiye-i Milliye üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması”na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitâbeler sökülüp gizlenir. “Kaldırılan tuğraların, yazıların yerine ‘Cumhuriyet armasıyla Cumhuriyetin tarih-i kabulünün hakkettirilmesi” kanuna eklenir.
Bunun üzerine asırlardır İstanbul’un, Anadolu’nun ve bütün Osmanlı memleketinin İslâmlaşmasının zafer ve şeref sembolü olan, tarihe mal olmuş ecdâd yadigârı kültürel ve mânevî mirâsı, Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler ya kazınır ya da üstü mermerle kapatılır, sıvayla sıvanır.
İbret vericidir; İstanbul’un fethini müjdeleyen ve Osmanlı ordularının zafer duâsı ve nişânesi olarak asırlarca “Dâire-i Umur-ı Askeriye” (Askerî işler dairesi) denilen Harbiye Nezâretinin (o zamanki Genelkurmay’ın, şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin) Beyazıt’ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Şevki Bey’in şaheseri olan “fetih âyetleri”nin üstüne de kızıl ve siyah taş perde çekilir.
Sadece camilerdeki kitâbelerin, âyetlerin kazınmasıyla kalınmaz; Bâbıâli’nin tuğralarından Sirkeci Tren Garı’ndaki tuğralara, tüm askerî okulların tuğralarından Harbiye Nezâreti’nin tuğrasına kadar kazınır. Darülacezede bile Osmanlı devlet arması –tuğrası ve kitâbesi yok edilir. Çeşmelerin kitâbeleri, tuğraları demir raspalarla yok edilir. Tersanenin, tabyaların, karakolların kitâbeleri kazınır. (Vurun Osmanlıya, Osman Öndeş, Timaş Yayınevi, s. 18 )
“Ortadan kaldırılan tuğraların en dikkat çekicilerinden birisi, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Sultan Abdülaziz’in tuğrası. Mehmed Şefik Bey’in bir şaheseri olan, “fetih âyetleri”ni ve “Dâire-i Umûr-ı Askeriye” yazısını tamamlayan Osmanlı tuğrası kazınır. Yerine tuğra madalyonundaki Sultan Abdülaziz’in Abdülfettah tarafından çekilen tuğrası üzerine T.C. harfleri olan bir mermer levha vidalanır. Yerine sonradan “T.C.” yazısı monte edilir. (a.g.e., 194)
İSTANBUL’UN FETHİ, FETİH SÛRESİNİN SIRRINA MAZHARİYETTİR
Bunun içindir ki Bediüzzaman, İstanbul’un fethinin, Fetih Sûresi’nin (birinci ve üçüncü âyetlerinin) “İnnâ fetehnâleke fethen mübinâ / Şüphesiz Biz sana apaçık bir fethi yolunu açtık’, Ve yensürekellâhû nesren azizâ / Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin’) sırrına mazhariyetini belirtir.
Ve 1950’den sonra Adnan Menderes’in başında bulunduğu Demokrat Parti hükûmeti, Ezân-ı Muhammedî’yi aslına çevirdiği gibi birçok eski eseri tarihî asliyetine kavuşturur.
Meclis’te oybirliğiyle kabul edilen bir kanunla kapatılmış olan türbelerin açılması hakkında kanun kabul edilir. Selâtin camileri haziresindeki türbeler halkın ziyaretine açılır. İstanbul Üniversitesi’nin âbidevî giriş kapısında, o zamana kadar üzeri mermer plakalarla kaplı olduğu için ne olduğunun farkına bile varmadığımız “Daire-i Umur-u Askeriye” yazısı ve “Fetih âyetleri” üzerindeki mermerler sökülüp sıvalar kaldırılarak ortaya çıkarılır. (Orhan Okay, Zaman, 8.12.2012)
Bundandır ki Bediüzzaman, “Said Nursî’ imzalı bir mektupta, ‘Dârülfünûna [üniversiteye] inkılâp eden [çevrilen] Harbiye Nezâretinin kapısındaki ‘İnnâ fetehnâleke fethen mübinâ / [Şüphesiz Biz sana apaçık bir fethi yolunu açtık], Ve yensürekellâhû nesren azizâ / [Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin]’ hatt-ı Kurânîsinin [Kur’ân yazısının] üzeri mermer taşlarla kapatılmışken, meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’ânîye bir nümûne-i müsaade [müsaade örneği] ve Risâle-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesîle ve üniversitenin bir Nur medresesi olmasına işâret olarak gösterilmiştir” ibâresini, Şuâlar’da kaydeder. (Şuâlar, 381)
İSTANBUL, MÂNEN İSLÂM’A YAZILIR…
İbretlidir; Ayasofya Peygamberimizden önce daha İslâmiyet gelmeden zamanın hak dini olan daha tahrif edilmemiş İsevilik hakikî dininin en büyük mâbedi olduğundan, İslâm’ın gelişiyle birlikte mânen İslâm’a yazılmış; daha fetihten önce Konstantiniye’deki Müslüman mimarlarca onarılır.
Esasen 1204 yılındaki Haçlı Seferi sırasında Haçlılarca yıkılan Ayasofya’yı Bizanslıların tâmir edemeyip, Osmanlı mimarlarının “milyarlara değer mukaddes binayı” destek duvarlarıyla tahkim etmeleri; ve ileride Müslümanların eline geçtiğinde hazır olması için dört tarafında takviyeyle birlikte minarelerinin temellerini atmaları, Bizans’ın -peşinen- “Ayasofya liyâkati”ni selbettiğinin, Osmanlının şahsında Müslümanların bu mâbede sahip olacağının ilk alâmetidir.
Çünkü Peygamberî müjde ile İstanbul’un fethi o derece ulvî bir hedef hükmüne gelir ki, her Müslümanın ve Osmanlının ideâli ve gâyesi olur. Ve gerçekten, Bizans’ın elinde bakımsızlık ve ilgisizlikle harabeye dönüp yıkılmak üzere iken, Müslümanlarca fetihden önce imar edilip kurtarılır. Özetle cami olmadan önce son demde muazzam yapı Ayasofya, Müslümanlarca ayakta tutulur; ileride asırlarca İslâm’ın mâbedi cami olarak hizmet etsin diye…
İstanbul’un “İslâm akdi” altına girmesi ve fâtihasının okunmasından bir asır sonra 29 Mayıs 1453’te İstanbul fethedilir. Fetihten sonra Fâtih Ayasofya’da toplanan Hıristiyan halka emân verir. Fetihle beraber Osmanlının başkenti olan İstanbul’un her yerinde Fatih’in fermanları okunur. Halkın huzuru ve güveninin sağlanacağı, canlarının, mallarının ırzlarının korunacağı ve herkesin din hürriyetinin teminat altına alınacağı ilân edilir. Yine yayınladığı fermanla şehrin yağma edilmesini yasaklanır. Halkın istedikleri yerde istedikleri gibi yaşayacakları teminatını vermesi, anlamlı bir insanlık ve medeniyet dersi verilir.
Fatih, 26 kiliseden Ayasofya ile birlikte sadece 6’sını cami yaptırır. Fetihten önce köhne hâle gelmiş, karanlık hâldeki Ayasofya’yı restore ettirir. Sur içindeki harabeye dönmüş kiliseleri de onarır. Ayasofya, yıkık ve perişan hâlden çıkıp cami olmakla aydınlığa kavuşur…
Üç gün gibi kısa bir süre içinde kadim ve büyük Ayasofya binâsı muzahrafattan (putlardan, resimlerden, heykellerden) temizlenir, âcilen onarılır, camiye çevrilir. Fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453’te Akşemseddin’in kıldırdığı ilk Cuma namazıyla Ayasofya’yı camiye çevirip ibadete açılmasıyla Peygamberî müjde tahakkuk eder…
“AYASOFYA, KIYAMETE KADAR CAMİ OLARAK VAKFEDİLMİŞTİR”
Adı âdeta fetihle özdeşleşen şeref levhası Ayasofya Camii’nin kıyamete kadar ayakta kalabilmesi ve kıyamete kadar ibadete açık kalması için, Fatih’in bu camiye birçok gelir vakfetmesi ve “vakfiye” tesisi mânidardır.
Çünkü Ayasofya bir imparatorluk malıdır, devlet malı değildir. Onun için fethin nişanesi ve kılıç hakkı olarak kiliseden camiye çevrilmiş ve bu hukuka riayet edilerek, Fatih bizzat -55 bin Duka altını vererek- satın alıp, kendi şahsî mülkü hâline getirmiştir. Bundandır ki “Ayasofya vakfiyesi”nde sahibi olarak hükümdârlık unvanlarını değil, sadece ismini, “Fatih Sultan Mehmed Han” diye yazar.
Ayasofya’yı her daim onarıp ayakta tutacak mülkleri vakfeder. Ayasofya’nın civarında gelir getiren dükkanların sayısı 300’ü bulur. Bütün bunları hazırladığı “Ayasofya vakfiyesi”nde belirtir.
Bunun içindir ki bütün Osmanlı padişahları, sultanları Ayasofya’ya hizmeti bir vecîbe ve şeref bilir. Kendi adına yaptırdıkları camilerden ziyadede Ayasofya’ya ihtimam gösterirler. Her padişah ve sultan Ayasofya’yı restore eder ve dinî merâsimleri Ayasofya’da yapılır. I. Ahmed’den Sultan Abdülmecid’den Sultan Vahdeddin’e kadar bütün Osmanlı padişahları, Ayasofya üzerinde titrer. Haseki Hamamı, Ayasofya’da ibadet eden mü’minlerin temizlenmeleri için yapılır. Bahçeler, bostanlar hibe edilir…
Birçok Osmanlı hükümdârı gibi bir veliy-i azim olan Sultan Fatih, İstanbul’un İslâmlaşmasının simgesi Ayasofya Camiinin ibadet mahâlli olmaktan çıkarılacağını âdeta hiss-i kablel vuku ile beş asır öncesinden görür; onun için hiçbir vakfiyede benzerine rastlanmayan bir ifâde ile beş asır öncesinden Ayasofya’yı camiden çıkaranları görürcesine şiddetle lânetler:
“Yerler ve gökler devam ettiği müddetçe (Kıyamete kadar) benim vakfettiğim bu vakfiyem (Ayasofya) için koyduğum şartları kimse değiştiremez, bozamaz. Bu esaslar birer kanundur. Bunların bir tek noktasını kimse ne eksiltebilir, ne de çoğaltabilir. Bunları yapmak Allah’ın haram kıldığı şeylerdir” ihtarında bulunur.
Koyduğum şartların ve esasların muhâfazacısı Allah’tır. O Allah ki, Levhin, Kalemin, Arşın, Kürsînin, yerlerin ve göklerin halıkı ve muhâfızıdır. Nefis kilise (Ayasofya), kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allah’a, Âhirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahlûk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şartlarını kim değiştirirse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların ve lânet edenlerin lâneti onların üzerine olsun. Onlar hiçbir zaman hafiflemeyen azap içinde bulunsunlar. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!” takbihiyle şiddetle zecreder.
Fatih’in Ayasofya vakfiyesi”nde, “Ayasofya, Kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir” nezriyle iktifa etmeyip, beş asır öncesinden görürcesine, “Allah’a, Âhirete, Onun heybetine inanan hiçbir mahlûk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez” diye Ayasofya’nın camiden çıkarılacağını âdeta haber vermesi ve “vakıf şartlarını değiştirenler”in üzerine “Allah’ın, meleklerin, bütün insanların ve lânet edenlerin lâneti onların üzerine olsun” beddûası, ibret vericidir.
Ve dokuz asır kilise, beş asır cami olarak Allah’ın adının anıldığı Ayasofya’nın cami ve ibadet mahâlli olmaktan çıkarılması, ne denli dehşetli “Âhirzaman fitnesi” ile karşı karşıya olunduğunun bir diğer göstergesidir…
24 KASIM 1934 TARİHLİ BAKANLAR KURULU KARARIYLA…
Gariptir ki, Fatih’in endişesi, fetihten 481 sene 5 ay 16 gün sonra vuku bulur. Türkiye’de tek partinin “dinden tecrid” devrindeki “inkılâplar süreci”nde, evvela 10 Nisan 1928’de Anayasanın başındaki “Devletin dini din-i İslâmdır” hükmü kaldırılır. Peşinden “dinî ideolojiyi çağdaşlaşmanın önünde barikat” olarak görüp “lâdinî kayıtlar”la “İslâmî inanç sisteminin tamamen dışına çıkılması” maksadıyla, 22 Ocak 1932’de Ezân-ı Muhammedî asliyetinden çıkarılır, dinî tedrisat kaldırılır.
Önce minarelerinde “Türkçe ezân” okunarak fetih ruhu ve Ayasofya’nın ruhaniyeti rencide edilir. 24 Kasım 1934 tarihinde bizzat M. Kemal’in direktifiyle, 2/1589 sayılı neşredilmeyen bir “Bakanlar Kurulu kararı”na uydurularak İslâmın şeref sembolü Ayasofya Camii, “tâmirat” bahahnesiyle cami olmaktan çıkarılır. Peşinden 1 Şubat 1935’ten itibaren ise müze yapılır.
Binaya zarar getireceği korkusuyla Ayasofya’nın minarelerinin yıktırılmasından son anda vazgeçilir; lâkin başta “Lâfza-i Celâl”, “Resulullah” ve “Hulefa-i Râşidin” isimlerini ve Kur’ân âyetlerini hâvi cihân-baha levhâların, duâların sökülüp indirilerek –kapılardan çıkaramadıklarından meçhule gönderilir- sağa sola atılır. Tavan sıvaları kazılarak Bizans’tan kalma resimler/putlar açığa çıkarılıp cilâlanır. Levhalar, kıblegâhlar kaldırılır, kitâbeler, eski yapıların üstü sıvanır.
“FETİH ÂYETLERİ”NİN ÜSTÜ MERMER TAŞLARLA ÖRTÜLÜR!
Esasen bu dönemde İslâm eserlerine karşı şenaatler irtikap edilir. Eski binaların üzerindeki tarihin yadigârı sanat eserleri tarihten silinir. Tarihe, inanca ve mukaddeslere düşmanlıkla, Ayasofya âdeta “puthane”ye çevrilir. Dinî kitaplar, kıymetli yazma Kur’ânlar, tefsirler yok edilir. Hâfızlardan Kur’ân dinlemek bile yasaklanır.
Müthiş mânevî tahribatta Kur’ân’ın yasaklanmasının yanısıra, çoğu tarihî camilerde mum şamdanların üstünde yazılı “Maşaallah” yazıları kazınır; âbideler, Baha biçilmez sanat hârikası şaheser kitâbeler, tuğralar, taşlara yazılan âyetler, hadisler kazınır. Çeşmeler üzerindeki âyet-i kerime yazılı mermerleri parçalanır.
1927’de çıkarılan “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bulunan Mebâni-i Resmiye-i Milliye üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması”na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitâbeler sökülüp gizlenir. “Kaldırılan tuğraların, yazıların yerine ‘Cumhuriyet armasıyla Cumhuriyetin tarih-i kabulünün hakkettirilmesi” kanuna eklenir.
Bunun üzerine asırlardır İstanbul’un, Anadolu’nun ve bütün Osmanlı memleketinin İslâmlaşmasının zafer ve şeref sembolü olan, tarihe mal olmuş ecdâd yadigârı kültürel ve mânevî mirâsı, Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler ya kazınır ya da üstü mermerle kapatılır, sıvayla sıvanır.
İbret vericidir; İstanbul’un fethini müjdeleyen ve Osmanlı ordularının zafer duâsı ve nişânesi olarak asırlarca “Dâire-i Umur-ı Askeriye” (Askerî işler dairesi) denilen Harbiye Nezâretinin (o zamanki Genelkurmay’ın, şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin) Beyazıt’ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Şevki Bey’in şaheseri olan “fetih âyetleri”nin üstüne de kızıl ve siyah taş perde çekilir.
Sadece camilerdeki kitâbelerin, âyetlerin kazınmasıyla kalınmaz; Bâbıâli’nin tuğralarından Sirkeci Tren Garı’ndaki tuğralara, tüm askerî okulların tuğralarından Harbiye Nezâreti’nin tuğrasına kadar kazınır. Darülacezede bile Osmanlı devlet arması –tuğrası ve kitâbesi yok edilir. Çeşmelerin kitâbeleri, tuğraları demir raspalarla yok edilir. Tersanenin, tabyaların, karakolların kitâbeleri kazınır. (Vurun Osmanlıya, Osman Öndeş, Timaş Yayınevi, s. 18 )
“Ortadan kaldırılan tuğraların en dikkat çekicilerinden birisi, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Sultan Abdülaziz’in tuğrası. Mehmed Şefik Bey’in bir şaheseri olan, “fetih âyetleri”ni ve “Dâire-i Umûr-ı Askeriye” yazısını tamamlayan Osmanlı tuğrası kazınır. Yerine tuğra madalyonundaki Sultan Abdülaziz’in Abdülfettah tarafından çekilen tuğrası üzerine T.C. harfleri olan bir mermer levha vidalanır. Yerine sonradan “T.C.” yazısı monte edilir. (a.g.e., 194)
İSTANBUL’UN FETHİ, FETİH SÛRESİNİN SIRRINA MAZHARİYETTİR
Bunun içindir ki Bediüzzaman, İstanbul’un fethinin, Fetih Sûresi’nin (birinci ve üçüncü âyetlerinin) “İnnâ fetehnâleke fethen mübinâ / Şüphesiz Biz sana apaçık bir fethi yolunu açtık’, Ve yensürekellâhû nesren azizâ / Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin’) sırrına mazhariyetini belirtir.
Ve 1950’den sonra Adnan Menderes’in başında bulunduğu Demokrat Parti hükûmeti, Ezân-ı Muhammedî’yi aslına çevirdiği gibi birçok eski eseri tarihî asliyetine kavuşturur.
Meclis’te oybirliğiyle kabul edilen bir kanunla kapatılmış olan türbelerin açılması hakkında kanun kabul edilir. Selâtin camileri haziresindeki türbeler halkın ziyaretine açılır. İstanbul Üniversitesi’nin âbidevî giriş kapısında, o zamana kadar üzeri mermer plakalarla kaplı olduğu için ne olduğunun farkına bile varmadığımız “Daire-i Umur-u Askeriye” yazısı ve “Fetih âyetleri” üzerindeki mermerler sökülüp sıvalar kaldırılarak ortaya çıkarılır. (Orhan Okay, Zaman, 8.12.2012)
Bundandır ki Bediüzzaman, “Said Nursî’ imzalı bir mektupta, ‘Dârülfünûna [üniversiteye] inkılâp eden [çevrilen] Harbiye Nezâretinin kapısındaki ‘İnnâ fetehnâleke fethen mübinâ / [Şüphesiz Biz sana apaçık bir fethi yolunu açtık], Ve yensürekellâhû nesren azizâ / [Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin]’ hatt-ı Kurânîsinin [Kur’ân yazısının] üzeri mermer taşlarla kapatılmışken, meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’ânîye bir nümûne-i müsaade [müsaade örneği] ve Risâle-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesîle ve üniversitenin bir Nur medresesi olmasına işâret olarak gösterilmiştir” ibâresini, Şuâlar’da kaydeder. (Şuâlar, 381)