2013-10-13 14:10
Tarih Haber / Abdülhamdi in oğlu babasını anlattı!
Abdülhamdi in oğlu babasını anlattı!
İstanbul'da 1904'te doğan ve hayata Beyrut'ta 1973'te veda eden Şehzade Mehmed Âbid Efendi, Sultan Abdülhamid'in en küçük oğlu idi. Fransa'da hukuk ve siyaset okumuş ama hep sıkıntı içerisinde yaşamış, hayatını Paris'te kapı kapı dolaşıp sabun satarak kazanmaya çalışmıştı.
Âbid Efendi dostlarına yazdığı ve şimdi bende bulunan mektuplarında hatıralarını ve babasını anlatıyor.
Bugün gündemin dışına çıkıp türban, askerlik, yerel seçimlerde kimlerin aday olacağı yahut Ruhban Okulu'nun yeniden açılıp açılmayacağı gibisinden bahisleri bir tarafa bırakıp değişik bir konuda yazmak istedim...
Abdülhamid'in sekiz oğlunun en küçüğü ve en bahtsızını, Şehzade Mehmed Âbid Efendi'yi...
Âbid Efendi, 1905'te Yıldız Sarayı'nda doğmuştu. Babası 1909'da tahtından indirilip Selanik'teki Alatini Köşkü'ne kapatıldığında, henüz dört yaşında olan şehzade de onunla beraber sürgüne gitti ve devrik hükümdarın daha sonra kapatıldığı Beylerbeyi Sarayı'nda da bir müddet yaşadı...
1924'te Osmanlı ailesiyle beraber Abid Efendi de sürgüne gitti ve memleketini bir daha göremedi...
Paris'te hukuk ve siyasal bilgiler okudu, 1936'da Arnavutluk Kralı Zogo'nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlendi, sonra boşandı, bir ara Arnavutluk'un Paris Büyükelçisi oldu, Kral Zogo'nun 1939'da devrilmesi üzerine işsiz kaldı ve asıl sıkıntı dolu günleri de o zaman başladı.
Geçinebilmek için Paris'te kapı kapı dolaşıp sabun sattı, çalışamayacak hâle gelince Beyrut'a geçti, Suudi Arabistan'ın o zamanki kralı Faysal'ın bağladığı mütevazi bir aylıkla geçinmeye çalıştı, hayata Beyrut'ta 1973'te veda etti ve Şam'daki Sultan Selim Camii'nin avlusunda bulunan hanedan mezarlığına defnedildi.
Âbid Efendi sürgünde yaşadığı senelerde İstanbul'daki dostları ile mektuplaşmıştı ve dostlarının başında meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend vardı.
Mektuplarında hayat gailesinden bahseden ve ne yaptığını, nasıl yaşadığını ayrıntıları ile anlatan şehzade, İsmail Hâmi Bey'in ısrarları neticesinde kısa da olsa hatıralarını kaleme almış ve yazdıklarını yine mektup şeklinde İstanbul'a göndermişti...
Şehzade, ileride günün birinde fırsat bulursam yayınlayacağım hatıralarında babasının tahttan indirilip sürgüne gönderildiği sırada yaşadıklarını, Selânik'teki Alâtini Köşkü'nü, Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine İstanbul'a dönüşlerini anlatıyor ve Avrupa'nın Türkler'e bakışını da değerlendiriyordu...
Bu sayfada, Şehzade Âbid Efendi'nin yazdıklarından kısa alıntılar yeralıyor...
ÂBİD EFENDİ'NİN HATIRALARINDAN: 'BANA 'YILAN YAVRUSU' DEDİLER!..'
"...EĞER eski harflerimizle yazılmış olsa idi, şimdiye kadar bitirmiş, mütalâamı arzetmiş olacaktım. Fakat başımıza bir âfet kesilmiş olan bu harflerle yazılmış âsârı (eserleri), hususiyle böyle küçük ve sık basılmış olursa onbeş-yirmi sahife okuduktan sonra tükeniyorum ve gözlerim sulanıyor.
...Benim karalamalara gelince: Peşînen sizden yazacaklarımın azlığı ve kesafetsizliği üzerine özür dilemiştim. Ancak ısrarınız üzerine o şeyleri yazdım. Halbuki ben kat'iyyen değersizliğine kailim.
Tuhaf değil mi? Beylerbeyi hâtıratım daha yakın olmasına rağmen hafızamda daha dağınık. Bu kısmın Selânik kısmından daha zayıf olacağından korkarım.
...Babam tahttan indirildiğinde ben dört yaşındaydım, dolayısıyla siyasi hayatına ait hiçbir şeye şahid olmadım. ...12 yaşlarında bulunduğum zamana rastlayan Selanik ve Beylerbeyi'ndeki hayatı hakkında hatırladıklarım var ama, o yaşlarda bir çocuk ileride kaleme alınacak eserleri düşünüp not tutmaz... Olsa olsa, zihnimi kazıyarak hafızamda canlanacak bazı hatıraları dağınık bir halde tesbit edebilirim...
...'Vehm-i hümayun' (Abdülhamid'in vesveseli oluşu) sözü tabiatiyle hoşuma gitmiyorsa da, babamı yazacak olanlardan övücü şiirler değil, tarih beklediğimden ve bu da maalesef hakikat olduğundan, kabule mecburum... Yalnız şu var: Bu 'vehim' denilen şey, her insanın ruhunda az veya çok mevcuttur...
Fakat bir insanın işgal ettiği makam ve içinde yaşadığı muhit, bu vehmi mütemadiyen tahrik ve nihayet çileden çıkartacak bir makam ve muhit olursa, o zavallı insan ne yapsın?.. Acaba herhangi bir adam, şu veya bu şekilde suikaste uğrayacağına dair Allah'ın günü 15-20 mektup alırsa artık vehimden çıkamaz hale gelmez mi?
...Selânik'e gidişimizde, üç buçuk yaşındaydım. Ondan evvelki Yıldız hayatımdan bittabii hiçbir şey hatırlamıyorum. Ancak zihnimde sadece, saraydan Sirkeci yahut Selanik Garı'ndan Alâtini Köşkü'ne kapalı bir araba içinde gidişimize dair müphem bir hayal kalmış. Fakat karanlık bir araba içinde babamın karşısında oturduğumu ve bilhassa babamın siyah sakalını hâlâ görür gibiyim...
Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin tanıdığınız validesi olacak...
Alatini Köşkü'ne duhulümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum -ani görmüyorum-. Annemin kucağında uyumakta imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit ki, Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galip Bey -sonra paşa- imiş.
Beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme 'Verin bana şu yılan yavrusunu!' demiş... Anlaşılan, tam mânâsı ile bir centilmenmiş bu kahraman zabit! Bunu söyleyen, Hareket Ordusu'nun genç ve toy zabitlerinden biri olsa idi affederdim; lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşındaydı...
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) bir defa beni kucağına almış, fakat bu zât 'Zavallı çocuk!' demiş, hattâ gözünden bir damla yaş düşmüş.
...Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi... Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!..
Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar... Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum: Hasan Efendi isminde bir vekilharç vardı... Haremdekilerin çarşıdan aldırttığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi...
Hasan Efendi, dışarıdan getirdiklerini subayların önünde harem ağalarına teslim eder, ağalar hareme götürürlerdi... Bana alınan oyuncakları da, tabii o getirirdi...
Birgün yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmişti...
Her nedense, bu değneklere çok imrenirdim...
Bastonları tam bana vereceği sırada, subaylar 'Git babana 'eşek' de, ondan sonra gel al!' diye tutturdular...
Daha çok ufak olmama rağmen, yaptırmak istedikleri işin fena bir şey olduğunu hissediyordum ama bastonlarda da gözüm vardı...
Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gittim, hareme girdim... Bereket versin ki, karşıma kalfa kadınlardan biri çıktı, niçin ağladığımı sordu, ben de meseleyi anlattım...
'Aaa! O da ne demek? Sana hiç yakışır mı?' diye bir güzel haşladı; bu sayede babama gidip o hezeyanı etmedim...
Subaylar da yaptıklarına utanmış olacaklar ki, bastonları sonradan içeri yolladılar...
...Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selanik'e yaklaşınca, İstanbul'a nakledildik...
Alman İmparatoru'nun babamla eski dostluğu vardı, sefaret yatını Selanik'e gönderdi, İstanbul'a doğru bu yatla yola çıktık...
Alman kaptan, pedere 'İstemediği kişileri gemiye almayıp Selanik'te bırakabileceğini' söyledi... Babam, Alatini'de kim varsa yata aldırdı ama eğer arzu etseydi, kendisine senelerce gardiyanlık yapıp azap çektirenleri orada bırakır, onlar da şehre yaklaşan Yunan ordusuna esir düşerlerdi..."
'AVRUPA'DA VİCDAN HÜRRİYETİ NERDEEE?'
Şehzade Âbid Efendi, İsmail Hâmi Danişmend'e 1953'ün 14 Temmuz'unda Fransa'dan yazdığı mektubunda Danişmend'in o günlerde yayınlanan "İstanbul'un Fethinin Manevî Kıymeti" isimli eserini kendisine de göndermiş olmasına teşekkür ediyor ve vicdan hürriyeti konusunda düşündüklerini yazıyor:
..."İstanbul'un Fethinin Manevî Kıymeti risâlesini aldım, çok teşekkür ederim. Son zamanlarda esen hava içinde böyle bir eserin tab'ının (basılmasının) bir macera, neşrinin bir facia yapılması pek tabii idi.
Okurken, bilmediğim birçok şeyleri öğrendim. Topçuluk bakımından Fatih'in rolünün birinci, Vouban'ın (17. yüzyılda yaşamış Fransız askerî mühendis) ikinci derece olduğunu bilmiyordum.
Demek, Fatih'in siyasî ve askerî dehâsının yanında bir de riyâzî kıymeti varmış!
Hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti): O zamana kadar garbin meçhulü olan bu kelimenin İslâm ve Türk medeniyeti ile Avrupa'ya ithal edilmiş olması hususunda ısrarınız pek isabet oldu. Zira bu mes'ele tarafgir müverrih ve müsteşriklerin (taraf tutan tarihçilerin ve doğubilimcilerin) sükût ile geçiştirmedikleri halde kıymet ve ehemmiyetini daima küçültmeye gayret ettikleri bir meseledir.
An'anevî tabiatları bizi daima itham....
Âbid Efendi dostlarına yazdığı ve şimdi bende bulunan mektuplarında hatıralarını ve babasını anlatıyor.
Bugün gündemin dışına çıkıp türban, askerlik, yerel seçimlerde kimlerin aday olacağı yahut Ruhban Okulu'nun yeniden açılıp açılmayacağı gibisinden bahisleri bir tarafa bırakıp değişik bir konuda yazmak istedim...
Abdülhamid'in sekiz oğlunun en küçüğü ve en bahtsızını, Şehzade Mehmed Âbid Efendi'yi...
Âbid Efendi, 1905'te Yıldız Sarayı'nda doğmuştu. Babası 1909'da tahtından indirilip Selanik'teki Alatini Köşkü'ne kapatıldığında, henüz dört yaşında olan şehzade de onunla beraber sürgüne gitti ve devrik hükümdarın daha sonra kapatıldığı Beylerbeyi Sarayı'nda da bir müddet yaşadı...
1924'te Osmanlı ailesiyle beraber Abid Efendi de sürgüne gitti ve memleketini bir daha göremedi...
Paris'te hukuk ve siyasal bilgiler okudu, 1936'da Arnavutluk Kralı Zogo'nun kızkardeşi Prenses Seniye ile evlendi, sonra boşandı, bir ara Arnavutluk'un Paris Büyükelçisi oldu, Kral Zogo'nun 1939'da devrilmesi üzerine işsiz kaldı ve asıl sıkıntı dolu günleri de o zaman başladı.
Geçinebilmek için Paris'te kapı kapı dolaşıp sabun sattı, çalışamayacak hâle gelince Beyrut'a geçti, Suudi Arabistan'ın o zamanki kralı Faysal'ın bağladığı mütevazi bir aylıkla geçinmeye çalıştı, hayata Beyrut'ta 1973'te veda etti ve Şam'daki Sultan Selim Camii'nin avlusunda bulunan hanedan mezarlığına defnedildi.
Âbid Efendi sürgünde yaşadığı senelerde İstanbul'daki dostları ile mektuplaşmıştı ve dostlarının başında meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend vardı.
Mektuplarında hayat gailesinden bahseden ve ne yaptığını, nasıl yaşadığını ayrıntıları ile anlatan şehzade, İsmail Hâmi Bey'in ısrarları neticesinde kısa da olsa hatıralarını kaleme almış ve yazdıklarını yine mektup şeklinde İstanbul'a göndermişti...
Şehzade, ileride günün birinde fırsat bulursam yayınlayacağım hatıralarında babasının tahttan indirilip sürgüne gönderildiği sırada yaşadıklarını, Selânik'teki Alâtini Köşkü'nü, Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine İstanbul'a dönüşlerini anlatıyor ve Avrupa'nın Türkler'e bakışını da değerlendiriyordu...
Bu sayfada, Şehzade Âbid Efendi'nin yazdıklarından kısa alıntılar yeralıyor...
ÂBİD EFENDİ'NİN HATIRALARINDAN: 'BANA 'YILAN YAVRUSU' DEDİLER!..'
"...EĞER eski harflerimizle yazılmış olsa idi, şimdiye kadar bitirmiş, mütalâamı arzetmiş olacaktım. Fakat başımıza bir âfet kesilmiş olan bu harflerle yazılmış âsârı (eserleri), hususiyle böyle küçük ve sık basılmış olursa onbeş-yirmi sahife okuduktan sonra tükeniyorum ve gözlerim sulanıyor.
...Benim karalamalara gelince: Peşînen sizden yazacaklarımın azlığı ve kesafetsizliği üzerine özür dilemiştim. Ancak ısrarınız üzerine o şeyleri yazdım. Halbuki ben kat'iyyen değersizliğine kailim.
Tuhaf değil mi? Beylerbeyi hâtıratım daha yakın olmasına rağmen hafızamda daha dağınık. Bu kısmın Selânik kısmından daha zayıf olacağından korkarım.
...Babam tahttan indirildiğinde ben dört yaşındaydım, dolayısıyla siyasi hayatına ait hiçbir şeye şahid olmadım. ...12 yaşlarında bulunduğum zamana rastlayan Selanik ve Beylerbeyi'ndeki hayatı hakkında hatırladıklarım var ama, o yaşlarda bir çocuk ileride kaleme alınacak eserleri düşünüp not tutmaz... Olsa olsa, zihnimi kazıyarak hafızamda canlanacak bazı hatıraları dağınık bir halde tesbit edebilirim...
...'Vehm-i hümayun' (Abdülhamid'in vesveseli oluşu) sözü tabiatiyle hoşuma gitmiyorsa da, babamı yazacak olanlardan övücü şiirler değil, tarih beklediğimden ve bu da maalesef hakikat olduğundan, kabule mecburum... Yalnız şu var: Bu 'vehim' denilen şey, her insanın ruhunda az veya çok mevcuttur...
Fakat bir insanın işgal ettiği makam ve içinde yaşadığı muhit, bu vehmi mütemadiyen tahrik ve nihayet çileden çıkartacak bir makam ve muhit olursa, o zavallı insan ne yapsın?.. Acaba herhangi bir adam, şu veya bu şekilde suikaste uğrayacağına dair Allah'ın günü 15-20 mektup alırsa artık vehimden çıkamaz hale gelmez mi?
...Selânik'e gidişimizde, üç buçuk yaşındaydım. Ondan evvelki Yıldız hayatımdan bittabii hiçbir şey hatırlamıyorum. Ancak zihnimde sadece, saraydan Sirkeci yahut Selanik Garı'ndan Alâtini Köşkü'ne kapalı bir araba içinde gidişimize dair müphem bir hayal kalmış. Fakat karanlık bir araba içinde babamın karşısında oturduğumu ve bilhassa babamın siyah sakalını hâlâ görür gibiyim...
Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin tanıdığınız validesi olacak...
Alatini Köşkü'ne duhulümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum -ani görmüyorum-. Annemin kucağında uyumakta imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit ki, Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galip Bey -sonra paşa- imiş.
Beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme 'Verin bana şu yılan yavrusunu!' demiş... Anlaşılan, tam mânâsı ile bir centilmenmiş bu kahraman zabit! Bunu söyleyen, Hareket Ordusu'nun genç ve toy zabitlerinden biri olsa idi affederdim; lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşındaydı...
O arada Ali Fethi Bey de (yıllar sonrasının başbakanı Fethi Okyar) bir defa beni kucağına almış, fakat bu zât 'Zavallı çocuk!' demiş, hattâ gözünden bir damla yaş düşmüş.
...Muhafız subaylar, pek saygısızca hareket ederlerdi... Bunlardan Salim isminde bir teğmen, pencereden bakmakta olan babama ağaçların arkasına saklanıp kurşun bile sıkmıştı!..
Diğerleri de bir hayli saygısızlık yaptılar... Meselâ, bir hadiseyi gayet iyi hatırlıyorum: Hasan Efendi isminde bir vekilharç vardı... Haremdekilerin çarşıdan aldırttığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi...
Hasan Efendi, dışarıdan getirdiklerini subayların önünde harem ağalarına teslim eder, ağalar hareme götürürlerdi... Bana alınan oyuncakları da, tabii o getirirdi...
Birgün yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmişti...
Her nedense, bu değneklere çok imrenirdim...
Bastonları tam bana vereceği sırada, subaylar 'Git babana 'eşek' de, ondan sonra gel al!' diye tutturdular...
Daha çok ufak olmama rağmen, yaptırmak istedikleri işin fena bir şey olduğunu hissediyordum ama bastonlarda da gözüm vardı...
Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gittim, hareme girdim... Bereket versin ki, karşıma kalfa kadınlardan biri çıktı, niçin ağladığımı sordu, ben de meseleyi anlattım...
'Aaa! O da ne demek? Sana hiç yakışır mı?' diye bir güzel haşladı; bu sayede babama gidip o hezeyanı etmedim...
Subaylar da yaptıklarına utanmış olacaklar ki, bastonları sonradan içeri yolladılar...
...Balkan Harbi patlayıp Bulgar ve Yunan orduları Selanik'e yaklaşınca, İstanbul'a nakledildik...
Alman İmparatoru'nun babamla eski dostluğu vardı, sefaret yatını Selanik'e gönderdi, İstanbul'a doğru bu yatla yola çıktık...
Alman kaptan, pedere 'İstemediği kişileri gemiye almayıp Selanik'te bırakabileceğini' söyledi... Babam, Alatini'de kim varsa yata aldırdı ama eğer arzu etseydi, kendisine senelerce gardiyanlık yapıp azap çektirenleri orada bırakır, onlar da şehre yaklaşan Yunan ordusuna esir düşerlerdi..."
'AVRUPA'DA VİCDAN HÜRRİYETİ NERDEEE?'
Şehzade Âbid Efendi, İsmail Hâmi Danişmend'e 1953'ün 14 Temmuz'unda Fransa'dan yazdığı mektubunda Danişmend'in o günlerde yayınlanan "İstanbul'un Fethinin Manevî Kıymeti" isimli eserini kendisine de göndermiş olmasına teşekkür ediyor ve vicdan hürriyeti konusunda düşündüklerini yazıyor:
..."İstanbul'un Fethinin Manevî Kıymeti risâlesini aldım, çok teşekkür ederim. Son zamanlarda esen hava içinde böyle bir eserin tab'ının (basılmasının) bir macera, neşrinin bir facia yapılması pek tabii idi.
Okurken, bilmediğim birçok şeyleri öğrendim. Topçuluk bakımından Fatih'in rolünün birinci, Vouban'ın (17. yüzyılda yaşamış Fransız askerî mühendis) ikinci derece olduğunu bilmiyordum.
Demek, Fatih'in siyasî ve askerî dehâsının yanında bir de riyâzî kıymeti varmış!
Hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti): O zamana kadar garbin meçhulü olan bu kelimenin İslâm ve Türk medeniyeti ile Avrupa'ya ithal edilmiş olması hususunda ısrarınız pek isabet oldu. Zira bu mes'ele tarafgir müverrih ve müsteşriklerin (taraf tutan tarihçilerin ve doğubilimcilerin) sükût ile geçiştirmedikleri halde kıymet ve ehemmiyetini daima küçültmeye gayret ettikleri bir meseledir.
An'anevî tabiatları bizi daima itham....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.