2011-05-12 15:24
Osmanlı Ansiklopedisi / Ansiklopedik Bilgi A Bölümü / Sultan Abdulaziz
Sultan Abdulaziz
Babası.................... : Mahmûd-II
Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan
Doğumu.................. : 8 Şubat 1830
Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876
Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası......... : 97
Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.
Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.
Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.
Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.
Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.
Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).
Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.
Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”
Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.
Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.
Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.
Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.
Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.
Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.
Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.
Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.
Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:
“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.
Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.
Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.
Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.
Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.
Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.
Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.
....
Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan
Doğumu.................. : 8 Şubat 1830
Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876
Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası......... : 97
Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.
Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.
Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.
Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.
Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.
Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).
Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.
Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”
Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.
Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.
Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.
Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.
Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.
Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.
Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.
Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.
Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:
“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.
Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.
Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.
Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.
Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.
Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.
Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.
....
Devamını görmek için lütfen giriş yapınız veya Üye Olunuz.