osmanlı Teması
RSS
Siteye Giriş Favoriler
  • Büyük Tutkular Yeteneğinide Kendisi Yaratır.(Fatih Sultan Mehmed Han)
  • Davamız Kuru Bir Cihangirlik Davası Değildir Davamız Bilakis İslam Davasıdır(Ertuğrul Gazi)
  • Osmanlılar Kainat Tarihinin Gördüğü En Büyük İmparatorluklardan Birini Kurdular.
  • Osmanlı Başarısının İki Sebebi: Devlet Teşkilatında Mükemmellik Ve Askeri Teknikteki Üstünlük İdi.
  • Osmanlı Başarısının Asıl Sebebi: Adalet Düzenindeki Üstünlük Ve İnsaniliktir.
  • Osmanlı Bu Gün: Dünyanın Geri Kalan Devletleri Toplam Gücü Üzerinde Bir Kudrete Sahiptir.

Sultan İbrahim Biyografisi2

1.İbrahim Biyografisi2
1.İbrahim Biyografisi2
Varvar Ali Paşa İsyanı


Bu bahse geçmeden sevgili okuyucularıma şu iç hesap­laşmamın neticesini vermek istiyorum. Sultan İbrahim'in, Si­vas Valisi bulunan Varvar Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine göndermesini iste­mesinde son derecede üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle bir hususun, Osmanlı padişahlarından, asla sudur etmeyece­ği inancı içinde, yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek olmadığsni araştır­maya başladım. Ve elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile yazmadan tam dört sene kaybettim. Kendimi bu noktada ik­na edemedikten sonra sizlere okumanız için nasıl böyle bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan sonra kaldığımız yerden devam edelim:

Yaklaşan bayram münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak beylerine yazdığı birer mektupda, İstanbul'a bay­ram harçlığı göndermelerini emretmişti. Sivas valisi bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu. Ali Paşa vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tuttura­mamıştı. Bunun üzerinede yanına gelmiş mübaşirede "Si­vas'ın geliri bu parayı Ödemeye takat getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?" Diyerek, tahsilata gelmiş mübaşiri geri yolladı. Bir de, rivayet olunurki, İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş. Padişah; Varvar Ali Pa­şadan bu kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu ser'i şerife ve insanlığa uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu hanımın ne münasebetle ne yapılmak üzere istenildiği­ni ortaya koyacak netlikte değildir. Buna karşılık; Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm nikâhlısını nasıl başkası­na teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar doğru sayılsa yeridir, ancak bu sözün, çok öne çıkarılması hususundaki gayretler şüphe çekicidir. Sultan İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk önce şeriatı Muhammediye'ye mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı zamanda halife olan padi­şahın bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı işlerden de­ğildir. Öyleyse bu durum nerden çikiyor derseniz? Söyleye­lim: İleride göreceğimiz gibi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına rağmen, padişahın yâni Sultan İbra­him'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir tarafını çeken­dir. Diğer ucunu da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar padişahı boğmaya kı­yamamışlardı. İşte bu katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha sonra Bursa'ya sürgün olarak gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında "Rav-za tül Ebrar" adı verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser as­lında fena olmamakla beraber, kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan İbrahim aleyhine hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır. Nedir ki; bu iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin istettiği iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber sayılan tarih kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni Haldun'un üzerinde dururarak tekrar tek­rar okunması gereken satırları ihmal etme yanlışını göster­diklerinden, insan mazur göremiyor.

İbni Haldun merhum adlı mühim eserinde diyorkî: "klasik tarihçilerin nakle tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile bağlılıktan dolayı da, büyük hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor" ve ilâve ediyor: "sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların gözönüne alınmasını, akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesi­nin hesaplanmasını tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi rahatlatan satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan hakkındaki satırlarında bul­duğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz önüne alarak tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını red­de ve bunları hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını söyleyerek hükmümüz odurki, iktidar­dan düşürülmesi gereken adama, kimse taraftar çıkmasın di­ye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmış­tır. Şimdi Varvar Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine asker toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya uğraşmaktaydı. Bu çağrıların­da şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik değildir. Veli­aht ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duru­ma el koymalıyız. Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir. Sultan İbrahim'i hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam ve mansıplar, gölgede kal­dığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır. Şehzade Mehmedi buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler tarafından kabule şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar Paşa'nın kuvvetlerine katılmağa yol açtı.

Eğer izahta muğlak görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda, vardığımız netice şudur: valiler yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi bulduğundan "Alessultan huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki, farzımuhal İstanbul'a gidildi, padişah enterne edildi, vesayet komitesi nasıl teşekkül edecek, bun­lar kimin açık veya gizli yönetimi altında üike idaresini üstle­necekler 4. Murad zamanındaki tedbirlerle, hanedana sada­kati yeniden temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki ordu­yu nasıl karşılayacak?

Bu çok önem taşıyan bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri hasım olarak telâkki ederse meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek hususattan değil idi. Varvar Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine giderken, bu­rada daha sonra devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa (meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile karşılaştı. Çıkan muha­rebede galibiyet Sivas Valisi tarafında kaldı. Mehmed Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline düşmüştü. Çeşitli haka­retlerin muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip, direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed Paşa'nın başına gelen mağlu­biyetin haberi, İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir Paşaya Var­var Ali Paşanın üstüne gitmesi emri verildi. Aslında Varvar Ali Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden, ona kar­şı minnet duymaktaydı. Nasihatler gönderdiysede, tavsiye­lerle dolu bu nasihatları Ali Paşa kaale almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve nasihatlarında pek samimi idi. İbşir Pa­şa vaziyetin kâr etmediğini görünce, kendisine iştirak etme niyetiyle yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu. Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü. Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du. Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı kurtarıldı, bilahire itibarı iade olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu girdaptan kurtarmak için çalışacağı vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h. 1058/m. 1648 ken olayla­rın geçtiği yer Çerkeş kasabasıydı.



İbrahim Paşa İsyanı


Şimdi de gelelim Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan ha­reketini gözden geçirmeye: Osmanlı devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü siyasi partilerin yaptığı gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak isterlerdi. Sadrıazam Boşnak Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu görevden almanlar arasında Bağdad vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.

Okuyucularımız hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülün­ce sadaret Musa Paşaya verilmişti. Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği dalavere ile sadaret makamını ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle bir kaç işi yapmak istiyordu. Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski Kapdanı derya Musa Paşayı valilik görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın valisi İbrahim Paşayı vazifeden al­mak, ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini söyleyen Musa Paşa'ya" paşa karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim yollasanız diyerek, Musa Paşayı tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir mütesellim gönderdi. Diğer taraftan İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini kendine celb ederek isyan bayrağını açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu. Bunlardan kapıkulu denilen yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile vazifeliydiler. Diğer askerse, adıyla anılan gönüllü askerdi ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu askerlerden ancak yerli kul olanını kendine celbedebilrnişti. Yeniçeri ise devletine bağlı kalmış, bağlılığı­nın misalini de İbrahim Paşa askeri ile kılıç kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar Bağdadda meydana gelirken, veziri­azam Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp, onun yerine

Boşnak Salih Paşanın kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim Paşa hakkındaki idam fermanımda Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.

Aradan bir kaç gün geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza Paşanın valiliğinin bir muvazaa olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Mur­taza Paşa tarafından İbrahim Paşanın kesilmiş kellesinin ya­nma Murtaza Paşanın kellesini kesip koymak sana düşüyor dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat gök gürlemesini andıran bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen pa-dişahdan başkası değil idi. Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala batırsp İstanbul'a gönderdi. Az bir müddet son­rada iş başarmış tavırları ile istanbul'a döndü. Mükâfaatı Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra kellesini kay­betmek oldu.



Darbei Hükümet


Ülke gerek asayiş bakımından, gerekse Girit ahvali yüzün­den, padişahın sadrazama bütün itimadı yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti. Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece kendi damatlığı yanında oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş olacaktı. Bu hayırlı işin talebi padişah katında kabul gördü­ğünden, düğün hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin genel durumunun karı­şık bir halde olması, daha önce padişahın gözdelerine kar­deşlerinin hizmet ettiği, dedikodusu çıkan problemlerden Va­lide Kösem Mahpeyker Sultan, oğluna muğber olmuştu. Ay­rıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen komutanları osmanlı devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz ol­duğu kadar da, İşleri nasıl nizam ve intizama koyabilecekle­rini planlamaktaydılar. İş bu plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı. Ancak sadnazam hiçbir perde kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik olmayı merdane bir tarz­da red eyledi.

Böylece Ahmed Paşa, padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife verdiği cevabında takdire şayan olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna rağmen lehine bir puan olarak te­lâkki eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle kalmayıp, ihti­lâlcileri kazasız belâsız ortadan kaldırma kararma vararak bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün ziyafeti ter­tipledi. Sadnazam bütün ağaları ve ihtilalci takımının azaları­nı bu düğüne davet etti. Ancak; bu davete icabet eden Yeni­çeri Ağası ve diğerleri katılacaklarını açıkladıkları, sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı gelip de, kapıda biraka-cak ahmaklardan değillerdi.

Nitekim silahlarını sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha enterasanı, yemeğin hiçde tahmin olunmayacak bir safha­sında, otomatiğe basılmış yay gibi aynı anda da sofradan kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya alesta bekliyen kılıç ehli üzerine saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması bu tuza­ğın akim kalmasını intaç etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie gittiler. Bu orta caminin bazı tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri sürülüyor. Çünkü her ne hâile düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde tekrarlanacağını, belkide gecenin ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini anlamış olmalıdırlar ki, başta şeyhülislâm olmak üzere, vaiz­leri, ulemâyı ve diğer tabur, bölük Ağalarını câmi'e çağırdı-iar.

Konuştular, konuştular... Sabah olduğunda, silahsız yeni­çeriler camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir yukarı dolaş­maktaydılar. Ahali ise; yeniçerilerden biraz uzakta olmakla beraber câmi'ye yakın bir alanda bekleşmekteydiler. Çıka­cak kararı beklerlerken, diğer merak ettikleri husus ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü, ilmiye ile seyfiye diğer tâbir­le âlimler ile kılıç erbabı ittifak ettimi, zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya gelen yeni vaziyet, sara­yın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın toplantıyla ilişkili ol­duğu da alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâ­ma tevcih ettiler bir haberci koşturup. Bu kanuna uygun ol­maz toplantı nedir? Şeyhülislâm cevab verdi:

Padişah sadnazamı bize teslim etsin. Aksi haide dağılma­ma kararı çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15. günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen bilgileri şöyle tertiplemişlerdi. Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup soğana çevirmektedir. Valide Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına felâketler çeki­yor. Bu bakımdan sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine münasip bir kimsenin oturması sağlanmalıdır şeklindeki ka­rar gelen haberciye şeyhülislam tarafından nakledildi.

O gecenin sabahında, sabah namazını kılmak üzere ulema ve kalabalık Fâtih Camiine geldiler. Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler. Daha sonra toplantı ya­pıldı. Bu toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber verilip verilmemesi hususu tartışmaya açıldı.

" Kara Murad Ağa bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde oldu­ğunu sergilemekten çekinmedi. Sipahilerin çağrılmasının ge­rekmediğini ileri sürdü. Bu isteğe ûlema'ikirâmın taraftar ol­madığı, askerin hep beraber davranması icab ettiğini tercih ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi olduklarını ileri sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun üzerine sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin ka­tılımı aynı zamana rastladığından mahşeri kalabalık meyda­na gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin sadrazam Ahmed

Paşa'ya davet salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış olduğu, bilinmeyen bir yerde saklandığı ifade edil­mekteydi.

Öte yandan; asker ve ulemanın müştereken meydanlarda içtima etmiş olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve Bos-tancıbaşının adamlarından bir heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden toplanma sebeblerini sorarken, biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru, "hemen dağılın" em­rini verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim efendi; verdiği cevapla; meşhur Mi­zancı Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin kaleminden aynen buraya almayı uygun buluyoruz:

Evvet, Karaçelebizâde'nin bu söz­leri ile kıyam bilfiil başlamış olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı dakikalarda sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası verilmiş sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğun­dan, yerine bir sadnazam tâyini kıyamcılarca düşünüldü.

Eski defterdarlardan Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde yaşının büyüklüğü ve kısa akıl sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı mensubu yaşlıyı yapılan teklifi red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam Orta Câmİ'e getirildi. Burada el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken, padişahın musahiblerinden Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi. Padişahın; sadrazamın tâyinini kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhü­lislâm efendinin saraya gelmesini irade ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu iradenin yalnız sadrazamı çağıran tarafına riayet edildi ve ih­tiyar sadnazam, ki sadrazamlığı kıyamcıların eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti. İhtiyar adam binbır özürle padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mü­hür verdi. Böylece de bu adamın sadareti meşruiyyet kazan­dı. Padişah: Ahmed Paşayı azlettim. Ancak kendisi haneda­nın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana bağışlayın. Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü ver­di. Huzurdan ayrıldı. Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişa­ha tavassut hususunda verdiği sözü söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir vakayla karşı karşıyaydı, an­cak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam diyorlar sonrada, söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazam­lıktı? Kendisini istedikleri gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam, Sultan İbrahim'in huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda: Mevlevi Sofu Mehmed Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar. De­diğinde, bütün sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete lâyık olmayan sadrazam müsvettesinin üzerine yü­rüdü. Bir hayli hırpaladı.

Eski tâbirle; bir güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi çıkan Mehmed Paşa kendini konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil, kıyamcı güruhuna yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına koştular. Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi olabilir diyerek teselli ve iknaya muvaffak ol­dular. Hep beraber, kıyamın merkezi seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde zorbalarla yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med Paşayı katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sul­tanı tahta iclâs kararı tekarrür etti. Padişah huzurundaki ha­linden sonra şaşırmış halde mührü hümayunu padişah yeri­ne kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine yarramıştı.

Çünkü bu mühürle damgalamış olduğu iradeler derhal ye­rine getirilmekteydi. Şehir kapılarının kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler alınması hususundaki talimatları yaptırmak mührü hümayun sayesinde kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl de­meğe insanın dili varmıyordu! Bu sırada Kösem Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi. Vaziyetin geldiği safhayı bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den gelebilecek bir kötülüğe karşı, emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve ihtilâller genellikle kan ile bulaşırlar. Norma! bir haldir; çün­kü, muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır, sağa da sola da çarpar. Ya kendini kurban, ya da başkalarını kurban eder.



Vefa Ehli Zor Bulunur


Bu harekâtın ilk kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığı­na çıkarılan mülakkap lakablı pek makbul bir kimse olma­yan Muslihiddin efendi olmuştu. Halbuki bu adam, toplanan­lar arasına karışarak arzı mevcudiyet göstermek istemişti. Yapılan çekil git ihtarına aldırmıyarak askerin içinde kalma­ya devam etti. Kendisini hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde bıraktılar. Yakınında bulunan şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz vermeyen şeyhülislâm özengisini kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet yere yıkılan Mus-lihiddin'in üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak ve kılıç darbeleriyle. Ahmed Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin harekâtının gelişmelerinden haber almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan bütün kararlardan haberdar olmuştu. Yaptığı yanına bol miktarda para alıp, makbul za­manında makam ve mevkii verdiği kimselerin yanlarına git­mek oldu. Ne var ki; her yerden boş dönüyor, her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane kalmaktaydı. Vefalı kimse bul­mak kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne kadar övün­se azdır. Ahmed Paşa; senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir tek vefa sahibi edinememiş demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan ummadığı alakayı gördü. Çok sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş. Bir yandan Ahmed Paşayı konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına haberi uçuruvermişti. Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına aldırıyor, kendisine çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan da, kellesini ko­parmak için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için oda­dan çıkıyor, ancak adamlarından birini içeri yollayıp para is­tetiyordu. Bu pazarlık epeyi bir zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.

Bu sırada iki kişi kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye başlarlar. Eski sadra­zam, bunlara baktığında aniden sararır, çünkü birisi saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki boğdular. Cese­din ertesi gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin biri bu Paşa semiz bir adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı. Bir çok kişi bu cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra öldürülen sadrazamın lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre" oldu. Her kötünün iyi tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği gibi Hezarpâre Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir hakkı ketmetmiyelim.

Bu bölümü; Mizancı Murad beyin Rodos Adasındaki sür­günü esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk adlı Osmanlı tarihinden alıyo­ruz: "..Kösem Valide Sultanın tesirinin düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni Sultan İbrahim beni de seni de sağ komaz. Âlem harab olu­yor. Devlet de elden gidiyor, bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben edemem Sulta­nım. Varsın beni öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet ede­mem, suikasda ise asla cür'et edemem. Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda devletin devamlılığını ve başarısının sağ­lanması için kelleler üzerinde pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için kurban et­mesi belki imkânsız değil amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın evlâdını yok etme bahasına işbirliği teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile karşıla­mak şeklindeki cevabı devrin oynak anlayışının bir gereği sayılırsa da, yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş olması, bu kötü işlere eğilimi olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı Hakk'ın indindedir.



Padişahın Direnmesi


Sadrıazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyordu, isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik olmadığını tesbit edince, saray burç­larına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmiştı. İtaat­sizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği habe­rinin yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Valideye saldık­ları bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı orta camie göndermesini taleb ettiler. Valide Sultan bunun mümkün olama­yacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdı-sına bakıfmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin silahlı bostancı neferi olmasına rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde bos­tancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi er­tesi günü gizlice kıyam erbabının yanıbaşina gelen Bostanci-başı te'yid etti.

O gün Cuma idi ve bu hâl üzre salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, ora­da da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbra­him değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştu­lar, konuştular! Valide Sultan kıyam edenlere her nekadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kal­masını sağlayamadı! Sonunda: Varayım arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım. Diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtul­du. Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha fazla rahat­sızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 1058/1 5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cu­ma günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hü­küm sürecek, 4. Mehmed unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.



Sultan İbrahim'in Sonu


Sultan 4. Mehmed'e biatlarını yerine getiren devlet adam­ları cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu yakışıksız hâl; Genç Osman, 4. Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı bu kafile­nin önüne düşmüş, şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından destursuz yürümekteydiler. Sultan İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini eteklerini tutuyorlar, bir tarafa kıpırda­masına fırsat vermiyorlar idi. Şüphesiz ki bu davranışları pa­dişaha yardımcı olmak, ona gelebilecek bir saldırıya sed ol­mak niyetini taşıyordu. Hızla yürüyen kafile aniden karşısın­da Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var. Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde: Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler, Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark etme-dimmi şimdi isteklerinize uymadığım içinmi bana ihanet edi­yorsunuz. Ben padişah değilmiyim? Kararınızı kabul etmiyo­rum, red ediyorum, defolup gidiniz, irademe itaat etmeyen hâin ve kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden yine bir kişinin cevap veren sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz efendiye aitti. Tarihçi Nâima şöyle naklediyor:

"Aziz efendi o mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha yapılacak hürmete mugayir pekçok söz söyledi şöyleki" Ha­yır padişah değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok iş yaptı­ğından cihanı harabeye çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip rüşveti açıkça yapılır hâle getirdin, zulmü alime mu­sallat ettin, beytülmâli israf içinde kullandın' Dedi. Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular. "Sultan İbrahim; taht'-tan indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin emirlerinin yerine getirileceğine dâir inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan konuşuyor, bîr yandan kendisi için seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi. Nihayet yanında iki câriye olduğu hal­de dâiresine soktular. Kapının kilidine sokulan anahtar iki defa çevrildi. Arkasından anahtar deliğine kurşun akıtılarak, kilit de işlemez hâle getirilince Sultan İbrahim yine kafese konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle, bağırdı, kapılara vur­du, yıkniağa çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı kim­selere tahsis etmeğe başladı.



Ölüm Hücresi


Padişah artık savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye başlamıştı. Demek ki; yanında bulunan iki cariye­den, hâl vakasında, Kösem Mahpeyker Valide Sultan'in oy­nadığı rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye çekilen eski pa­dişah, güçleniyor ve beş defa bağırmaya koyuluyordu. Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor, bunları duyanların bir bölümünün içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapı­sının önü bir güzel örüldü. Ahalinin tepkisini ölçmek için pa­dişahın kapatıldığı yerden kurtulup firarı başardığı istikame­tinde bir haber hassaten çıkarıldı. Görüldüki; esnaf derha! dükkânlarını kapadı.

Demek ki, ahalinin nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı endişesiyle ve de, bu işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri yandan kapısı örülü dâ­iresinden Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan feryadı saray duvarlarını aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu feryatlardan kalbleri ihtizaza geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde düşünce­lere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir bölüm askerin sessizliği; ida­reyi korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti. Kösem Vali­de Sultan tecrübesini konuşturarak, böyle hallerde ulemaya başvurulmak gerektiğini hatırlattı. Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa haiifetan, faktelu ehadü minhüma> yâniiki halifeden birini öldürünüz! Mizancı Murad bey diyorki: "âyet değil. Hadis değil. İmamla­rın içtihadı değil. Uydurulmuş arabça bir cümle"den başka bir şey değil ulemanın söylediği çare.

Yine bahse konu çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek mantık gerekse mâna itibariylede yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri bulûğ çağına ermemiş bir masum çocuk. Di­ğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili ki halife bir tane bile mevcud değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a iştirak etmiyorsak da söylediklerinin pekde yabana atılacak husus­lardan olmadığını düşünüyorum. Yine Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar yüzünden Osmanlı devletinin uğra­dığı felâketler, düşmanların taarruzlarından meydana gelen felâketlerden büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in katline dâir fetvayı isteyenler, Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin idi. ulemanın bulduğu çâreyi fetva haline geti­rende şeyhülislâm Abdürrahim efendiydi.



Fecâi'i İbrahim'iye

Çalışmamızın bu satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede, aslında hayatımızın his dünyasındaki zenginliği, biz­lerin insanlık seviyesine yaklaşımımızın bir ölçüsü dense, as­la yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla hisleri arasında yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise, aklın mekrine kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye doğru yelken açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine rehber edinenlerin sergile­diği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan ibrahim'in hücre­ye kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için başlarında yaşlı sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim efendi, fetvayı verenlerin bir bölü­mü, bir miktarda asker olduğu halde saraya girdiler. Saray çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski padişahın feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri kar­şılarında bulunca, artık gözyaşlarını tutamıyarak, bunlara ar­kalarını dönüp, ağlıyarak her biri bir tarafa kaçtılar. Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi olsa şahid olmak­tan içtinab ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı bunlar da, örülü kapının tuğlalarını yıkması emredildikte red ce­vabı verdiler.

Devletlûlar! bunları sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü. Çünkü sarayın acemioğlanından dahi: "Öldürseniz o kötülüğü yapmayız" cevabı aldılar. Gelenlerse, bu itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce huzurunda diz çöktükleri padişahlarını öldürmek­ten çekinmediler. Çünkü akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan heyet, işin başa düştüğünü gördüklerinden kazma kü­rekleri ellerine alıp, örüleli on gün olmuş divan yıktılar. Kapı­yı, parçaladılar ve birdenbire karşıların da avazı bülend ile haykırmakta olan padişahla karşı karşıya kaldılar!

O: Benim elimden nimet yiyenlerden bana merhamet ede­cek kimsede kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler beni öl­dürecekler. Aman medet ya Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu. Gelen kalabalıktan bazı kimseler, hâlin fecaatine ta­kat getiremeyecek olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı tercih eylediler. Oradan kaçmakla kalmayıp, gözyaşları için­de sarayı da terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi vazifesi olan cellât Kara Ali, terk yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadraza­mın emriyle yeniden getirilen Kara Ali, titreye titreye sadra­zamın ayakları dibine yığılarak, bu vazifeden bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde pısırık ve aciz bir ih­tiyar görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir da­mat teravetine bürünmüştü. Pehlivan yapılı cellât Kara Al­i'nin bu ihtiyar sadrıazamin köteği yüzünden, kapı önüne ge­tirildiğine şâhid olundu.

Nihayet, doksanlık sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan içeri girdiler. Cellât­lar perişan bir halde iken, iki devletlû eski cellâtları andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan ibrahim; elinde mushafı şerif ol­duğu halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak Abdürrahim! Yusuf Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız, fitnekâr bir herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan korktum. İşte kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüre­ceksiniz: Abdürrahim efendi bu sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret verdiği görüldü. İşi derhal ta­mamladılar resmi cellatların istemeyerek yaptıkları işlemi ta­mamlamak için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer tarafını sadrazam çekerek padişahı aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde katlederleriken, cariyelerin engel olma çalış­malarına önem vermediler. Normal insanların hayatta yapa­cakları davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun taham­mül sınırı vardır.

Yukarıdan beri bütün teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan İbrahim'in katli hadisesinde, devleti avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr kabul etmez tarzda malumu olan Kösem Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide Sultan'a rağmen yapamazlardı. Demek ki; dev­letin bekası hususiyeti, bir annenin ciğerparesi evlâdımda fe­daya göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş. Bu acıya dayanacak anne sayısı, istisnayı teşkil eder. Zaten bütün in­sanlık âleminde, bazı insanların bazı insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri, yüklendikleri kaderin, icabatindan ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi olan farklılığı yaşarken bu farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek zorunda kalırki, henüz mütalaa et­tiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır. Bakınız; Valide Sultan iki halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus pus olup, adetâ hükmün gerçekleşmesine yardımı bile ol­makta nerdeyse! Taht'tan indirilmiş bulunan Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş bulunuyor ve aynı sarayın başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları babasına hayatını bağışlama yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Da­hası ileride nekadar kıymetli bir Valide Sultan olarak görece­ğimiz Turhan Valide Sultan, oğlunun babasını ve kocasını bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta ve bu cellatlar arasında gayri resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı gördükleri halde. Gelde şaşırma!

Bu acılı gün 28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu sırada otuzüç yaşındaydı. Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları, Almanyanın başında im-parator 3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda Şah Safi ve 2. Abbas, papalık makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada ise 3. Misel ve 1. Aleksi imparatordular. Fran­sa'da ise 13. ve!4. Lui'ler biribirini takip ettiler.



Devrin Devlet Adamları


Sultan İbrahim; ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşayı görevinde ipka etmişti. Me­tin içindede anlattığımız Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse idi. Halbu­ki kardeşi olan İlbasanlı Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Os­man Dede, on cüzlük "Gülşeni İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine hediye etmiştir. Kendisini görmek isteyen sadra­zama Osman Dede, bu müsaadeyi vermemiştir. Mustafa Pa­şanın sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından sada­rete bir Sultanhanım oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan İbrahim'i baştan çıkaran sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı bölgenin elden çıkmasını saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur edildi.

Sultan İbrahim'in 3. sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay süren sadaret bir araba gezintisi yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola rastlaması, Salih Paşanın hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa İstanbulludur. Ancak vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu, hem de padişahın sonunu getirmiştir.

Bu vezir, Sultan İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin ettiği son vezirdir. Her ne kadar istemeyerek de olsa zorbala­rın tâyin etmiş olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa­yı sözle veziriazam tâyin etmişse de, kendi veziri saymak ne derece doğru olabilir? Ancak fiili katili dense tam isabet olur.

Şeyhülislâmlara gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta çıktığında makamı meşihat altı yıldır Şeyhülislâm Yah­ya efendi tarafından yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü şey­hülislâmlığı idi. Vefat tarihi olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da devam etti. Yahya efendi'yi kaybettikten son­ra padişah da, eski şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid Efendi'yi makama tâ­yin etti.

Said efendi'nin ilk meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan boşalan makam Muid Ahmed efendiye tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün sonra vefat etti. Yerine ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi ve bu makamda temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.

Demekki; Sultan İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tari­hinde, Muid Ahmed efendi, dürüst bir kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi fetvaları isabetli esaslı bir âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile hâl esnasındaki cevaplarıyla meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adam­larından biri olan Kâtip Çelebi, namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da dünya'ya gelmiş ve 1657 senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta vefat etmiştir. Yine Sarı Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi meselelerde

büyük bir âlimdi. Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi mezarlığına defneolundu.

Bülbülzâde (Hibri) Ali efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını 1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhamme­di' adlı eserde bu zâta aiddir. Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış olan Hezarfen Hüseyin efendi'de dev­rin büyük ilim adamlarından olup, 4. Mehmed'in tarih hocalı­ğı görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l Lemâ adlı, iki tane önemli tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de ve­fat etmiştir. Müneccimbaşı Ahmed Dede, Selânik'e Kon­ya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631 !de Selanikde dün­ya'ya gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine girip, ilmini yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36 yaşındayken Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine müneccimbaşıhğa getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında azledildiği münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh olmuştur. Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş ve 1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri "Müneccimbaşı Tari­hidir.

Sultan ibrahim üzerinde çok önemli araştırmaların yapıl­ması şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak, delinin devri deyip geçmekten başka bir yere varamayız. Görülen odur ki; Çanakkale boğazını kapa­maya gayret etme yolunu seçen Venedikliler, sadece Giride yapacağımız lojistik yardımı engellemeyi değil, milletimizi birbirine düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak buna teşeb­büs etmişlerdir, muvaffakda oldular sayılır.

Bundan bir kaç sene önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim şahsiyetini mizahi şekilde yorumlarken, hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi Sultan İbrahim hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı, noktasına ulaştır­dı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda ni­çin böyle olmasını sorduruyor?.



Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları


Sultan İbrahim'in hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat verirken, çalışmasının dip notun­da da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik (Altınay) in se­kiz, Alderson ise, ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çele­binin ileri sürdüğüde kendisininkinin biribirini tuttuğunu ifa­de eder. Alderson; sohbet yapmakla istihdam edilen bayan­ları, hanımlar listesine aldığından tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh, Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan, Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez, Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah, Zâfire. Üç ta­nesinin adını da yazmamıştır. Bunların içinde adları geçen Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki kalfa, haremde vazifeli olup, padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak hemen belirtelim ki; Çağatay üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına yapılan iftira yağmurunada sermaye katkısında bulunuyor.

Güya; Sultan ibrahim; modern doktorların teşhisine göre, Psiko Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış! Hatta bu alanda işi ileri götürenler işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı yazarda Sultan İbra­him'in cinsi hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş sa­tırları!. (Güya) Sultan İbrahim cinsel arzularını yerine getir­mek için yatak odasının etrafına aynalar kor, bunlara baka­rak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir zevk içinde, keyfini yerine getirir idi.

Her cuma günü annesi veya bir başkası tarafından kendi­sine bir bakire sunulurdu. Bununla; kendisine anlatılan yeni bir münasebet şeklini uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun en çok zevk aldığı eğlencelerden birisi de bütün kadın­larını çırılçıplak soyup onları kısraklara benzetmekmiş. Ken­disi de bir aygır gibi onların arasına katılır, güçten kuvvetten kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak olarak da, "The Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir bir beyan yok. Ya bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka adreside meşkûk şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun, Harem'in tarifinde ka­dınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve za­rafetlerini anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah evinin öyle herkes tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir. Hele modern doktorlar vasıta­sıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz teşhisi hayli gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ bilmedik yeri kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayan­lar varken, üçyüz şu kadar sene evvel vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti olmaz. Maalesef, İs­lam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifa­delerdir bunlar. Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de Rusya'da doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan Sultan oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları seferlerden birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir, gerek güzelliği gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye eyİedi. Saraya alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4. Murad'ın vefatı üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem Vâlidesultan tarafından hediyeolunur. Padişah bu hesnâ gü­zellik karşısında hayran kalır vede büyük bir sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın katlettirdiği şehzadelerin

sona kalanı İbrahim hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk 1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi. Ancak; hanedanda ki erkek çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu sayıyı arttırması taht açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan oğlunun koynuna cari­yeleri koymaktan geri durmuyordu.

Akıllı kadınlar, padişah olan kocalarını bu hususda engel­lemeye kalkmamahlardı çünkü dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan; havuz hadisesinden sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun -şu­uru içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile gizli bir nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İb­rahim'in tahtdan indirilmesinden sonra, bu gelin kaynana re­kabeti vâlidesultan olma yansına yol açar. Açılan mücadele­de Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torunu­nu zehirlemeye teşebbüsle suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak başlı ve saf olan Dilaşup kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu ağalarla anla­şarak tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafın­da toplanan, baş da annesi Hatice Turhan Sultan olduğu hal­de, üzün Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa aldıklar; tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim bıraktırdıkları gibi bu arada, Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde kordo­nu ile boğarak öldürmüştü. Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi Hatice Turhan Valide idi. Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan Mehmed" yazni3İ< a böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli olup, temiz yürekli, işlerin güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler belirtmekden kendilerini alamazlar. Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed Paşayı makam! sadarete getirene kadar oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze uğrarız diye söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak as­mayan Turhan vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle takdiri hizmet eyle­miştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı te­mizlenmiş, temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan vâlidesultan tarafından yaptı­rılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir: "Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva 1074"

Ayrıca Turhan vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân hâlinde yaptırmış ve camiin vakfı olarak tesbit et­miştir. Yapılış târihi ise. 1071 /1660'dır. Hatice Turhan Vâlide­sultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı türbe­sinde defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.

Muazzez Sultanhanım ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımı­dır. Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir. Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbra­him'in tahtan indirilmesi sonrasında o da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de eski saray civarında çıkan bîr yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da sıçradı. Bunun üzerine telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bile­mezken Muazzez valide bir hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu. Hakkındaki bilgi bu kadardır.

Dilaşub Sultanhanımın, Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi ve yeri hakkın­da bilgi yoktur. Sultân ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra Eski saray denen yere gönderildi ve burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan indirilmesi üzerine ve de oğlu Sü­leyman'ın, 2. Süleyman unvanıyla padişah olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu makamda kaldıktan sonra hak­kında emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689 senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesine defno-lundu.

1056/1644'de Sultan İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan hakkında odasının döşenmesi hakkında 1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni 30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına verilen ferman var. Bu hanım dördüncü hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci hanımı olan Mahenver Sul­tanı tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker Sultan ise, Ahmed Refik (Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğu­dur. (Jluçay; altıncı olduğunu söylemek daha doğrudur, çün­kü son hanımı Telli Hümaşah'tır demektedirki güya padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın düşmüşde, yanın­dakilere, İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emret­miştir. Şehre dağılanlar iri yarı bir ermeni kadını bulup getir­mişler ve takdim etmişlermiş. Bu kadın enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı büyülemiş, Sultan İbra­him onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sul­tan İbrahim olmuş. Padişahın diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler arasında yer almıştır. 1104/1693 yılın­da orada öldü.

Tefli Haseki de denen Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay (Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o da sekizinci demektedir.

, Kösem Sultan ve padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün olmalarına sebeb olan bu Telli Haseki'dir yâni Hüma­şah sultandır. Yine; Voyvoda kızının anlattığı masala bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği söylenen hanımsultanda Hümaşah Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı verilen oğiu doğduğunda, padişah boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya gönderilenler arasındadır. Ancak 1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha sonraki hâli hak­kında bilgi yok ve ölüm târihi ile makberesi bilinmemektedir. Sultan İbrahim'in çocuklarının tamamıninda padişah olduk­tan sonra doğduğunu kesin olarak biliyoruz.

Kız ve erkek çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M. 1642 yılında doğan Fatma sultan hanım, üç yaşın­dayken Kaptanı Derya ve padişahın musahibi yâni sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle verildi. Çok muhte­şem törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yu­suf Paşa'ya tahsis edilen saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir sene sonra padişahın emriyle İdam edildi­ğinden, Fatma hanımsultanda dört yaşındayken dul kalmış oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd üzerin­deki izdivaçlar olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da musahib ve de kaptanı derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı yapıldı. Bu gelin alayı da, mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından> Fazluİlah Paşa'ntn Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli nahii vardı. Fazlı Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata eremeden, 1657 yılında vefat etdi. Onbeş ya­şında dul kalan Fatma sultanın, bundan sonra izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne zaman vefat ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.

Muhterem okurlarım; elli tane nahii önlerinde vardı, dedi­ğimiz de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı kendimize vazife saydık. Bu hususda târih deyimleri ve terimleri sözlüğüne, Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine göz attığı­mızda şu cevabı görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet çocuğu alayının önünde, insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli taşlarla, sırma klabdan gibi parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü ağacın adıdır, halk dilinde kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış hâlidir. Benzet­mek suretiyle, meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da da söylenir. Arapça mânâsı olarak nahl, hurma ağacı de­mektir. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı nahil için arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı, bazen kaf yâni, K'ya çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası hur­ma ağacıdır demektedir. Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil kelimesinin fidan, hurma ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi mânalar ile tav­sif ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına kadar bekledi. Ne var ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan 1657'de vefat etBi. Onbeş yaşında yi­ne dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha izdivaç yapıp yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında, bilgi sahibi bulunmamaktayız.

Alderson; Sultan İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda gerekse isimlerde hatalar yapmıştır. Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve Atike sultan adlı kızları ol­duğunu ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının olduğunu an­cak iki tanesinin-adını tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike, Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Re­fik bey'de Sultan İbrahim'in; Atike, Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı olduğunu yazmaktadır. Bütün bunlar­dan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem hayatı kendine has bir örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri geri beyanda bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye düşünsek, yanlış bir tesbit yapmamış oluruz.

Sultan İbrahim'in yine 1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda; 23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah musahibi Cafer Paşa ile nikâh olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sara­yı tahsis edildi. Tabii çeyiz, padişahın emri ile hazineden ya­pıldı. Cafer Paşa ile Gevher Sultanhanumın evliliğinin müd­deti bilinmemektedir. 1647'de bu sultanhanım için Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir. O za­man; bir sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda, malumat olmamakla beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli eserinde, târih belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın izdiva­cını zikretmektedir.

Musahip Cafer Paşadan sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen Gevher Sultanhanım; Halil Paşa sarayında yaşa­mağa devam etdi. Sultan İbrahim'in katledilmesinden sonra, Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed, bahse konu sa­rayı Gevher hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında iki defa kaptanı deryalık etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan 21/eylül/1694rebiü!evvel/l 106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi Şehzadebaşı camii Naziresinde defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan hazineye devredildi. Sultan İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya gelen Beyhan Sultanhanımdır. Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre Ahmed Paşa ile evlendirildi. Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan ka­rışıklık da parça parça edilcüğinden Beyhan Sultan üç yaşın­da dul kaldı.

Bundan sonra (Jzun ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683 yılında ölmesi üzerine 1689, yılında Bıyıklı Mustafa Pa­şa ile evlendiğini yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan Sultan hanım, kocasından bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi. Kabri Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki; Yılmaz Öztuna, değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî ça­lışmasında; ümmügülsüm, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan Sultan ve Atike Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı kızla beraber sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.

Yılmaz Öztuna Bey; Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve Gevherhan Sultan ve Beyhan Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm Sultanhanım, 1642-1655 arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe Sultânın 1642 1675 arasında yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder. Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya Sultanın 1642'de doğ­duğunu ve ölümü hakkında bilgi vermemekle beraber 1649'da izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan edelim. Atike Sultanhanim İse; 1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz onüç yaşındaydı o sırada. İkinci evliliğini; Atike Sul­tan, Mostarlı Boşnak İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu evlili­ği yedi sene sürdü ve kocasının 1666'daki vefatı üzerine dul kalmış oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir izadivaç yaptı­ğı görülmemiştir. Bican Sultan hanımın ise; 1675'den sonra öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi yaşında olması lâzım geldiği ileri sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbra­him'in kızlarıyla ilgili bilgilen nakletmiş olduk.

Sultan İbrahim'in, oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve bunların hepsininde padişahlığının başlamasıyla birlikte olduğunu hemen hatırlatalım.

Bunlar; sonradan 4. Mehmed unvanıyla padişah olan şeh­zade Mehrned (Avcı) onun tahtdan indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak olan şehzade, onun da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan şehzade Ahmed'i söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve babasının vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan, şehzade Orhan vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehza­de Ahmed'den, bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin padişah olarak Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı devletinin 3. kurucu­su da denmiştir ahali tarafından.



Sultan İbrahim Devrs Deniz


Sultan Murad zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden İstanbul Boğazına gelip, Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz nehir kayıklarıyla saldırılarda bulu­nup, etrafa zarar verip, bilahirede çekilip gittikleri, târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre bulun­maya çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.

Hâttâ 20/temmuz/1624ide, Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar, Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi, bir hayli talan etmişlerdi. Bunların üzerine gönderilmeyi emir alan ve Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin birkaçı Rusların üzerlerine doğru gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korku­suyla firara başlamışlardı. Hatta yine bir rivayete göre kazak­lar ertesi günü tekrar boğaz bölgesine gelmişler ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu şaşırtmak içinde Boğaz fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların ver­dikleri, başka başka bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak teknelerinin miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet civarındaydı. Tarihçiler­den İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur sa­vunma zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmak­tan kendini alamadığı görülmüştür.

Kadırgalardan meydana gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman Burnu dolaylarında üçyüz elli adet Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz daha az, denizci olan şaykalar, Osmanlı teknelerine hü­cuma geçemeyeceklerdi. Deniz'in sakin olması şaykalara Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi. Onyedi, onsekiz ta­ne şaykayı kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı kazanmış görüyoruz. Allahdan muharebe sırasında birdenbi­re kuvvetli bir fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz daha da fena

olabilirdi. Kuvvetli rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları yediğine alabildiği şaykalardan 30 tanesini İstanbula getire­bildi. Batan şaykalar sayısıda 172 adet idi.

Osmanlı donanması bu hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları filoları yâni Fas, Tunus, Cezayir'deki Osmanlı gemi­leri, Atlas Okyanusunda Danimarka ve İzlanda sularına ka­dar yükselmişler, bu okyanusun deniz yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631 yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına saldırıp, burasını yağma etmişlerdi. Muhterem okurlarım görüldüğü gibi yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade eden satırlardır. Sultan İbra­him'in tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve bilhassa Okya­nuslardaki Osmanlı donanması, hükmünü yürütebilecek ka­pasite vede başarı sağlayacak halde olduğunu göstermekte­dir. Osmanlı devletinin, 4. Murad'dan sonra tahta geçen Sul­tan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle yürüyen bir ordu, denizlerdeyse varlığını ispat eden bir donanma bırakmış ol­ması hasebiyle, şanslı bir padişah sayılmalıdır.

Selefi, böyle muntazam bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor geçecekti. Osmanl

Geri
Henüz yorum yapılmamıştır.

Oylar:
Average members rating (out of 10) : Henüz Oylanmamış   
Votes: 0